29 Ekim 2008 Çarşamba

Cumhuriyet’i Bodrum’da yaşamak!




Aslında başlık “Cumhuriyeti Bodrum'da Coşkuyla Yaşamak” olacaktı.
Ancak içinde bulunduğumuz koşullarda istesek de bu coşkuyu hissedebilmek pek mümkün olmadığı gibi, biraz da buruk yaşıyoruz.


Cumhuriyetin temel değerlerine saldırıların arttığı ve hatta laik cumhuriyet yanlılarının bile Ergenekon davasına dahil edilmek istendiği bir ortamda Cumhuriyeti coşkuyla kutlamanın hiç de kolay olmadığını sanırım sizlerde takdir edersiniz.
Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiası ,Anayasa Mahkemesince bile tescil edilen bir siyasi partinin yönettiği bir ülkede, cumhuriyetin en temel kurumları her geçen gün biraz daha yıpratılıyorsa eğer; Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün bırakın fikirlerine, ismine bile tahammül edemeyenler ,üstelik Atatürkçülük adına anayasal kurumları birer birer ele geçiriyorlarsa, Cumhuriyeti nasıl coşkuyla kutlarız?
Toplu işkenceyi teferruat olarak kabul edenlerin demokrasi havarisi kesildiği, Cumhuriyeti kategorize etmeye çalışanların köşe başlarını tuttuğu ve sözüm ona slyasal liberalizm adına ahkam kestiği bir ortamda karışan kafalarımız, cumhuriyetin kazanımlarını koruma konusunda algılama güçlüğü çekmeye başladı.
Gerek türban, gerekse AKP kapatma davalarıyla ilgili gerekçeli kararların yeniden tartışmalara neden olduğu, Susurluk'un rövanşına dönüştürülmeye çalışılan Ergenekon davasıyla ilgili toplumun büyük bölümünün yaşanan bilgi kirliliği nedeniyle gerçekleri anlamakta zorlandığı günlerde kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyete ne yazık, istesek de coşkumuzu katamıyoruz.
Cumhuriyet' ten bu yana yaşadığımız binlerce faili meçhul cinayetlerle ilgili davalar;birer birer zaman aşımına uğratılarak, belleklerimizden silinmeye çalışılıyor. Tarihimizde birer kara leke olarak kaldığı gerçeğine rağmen inatla ve ısrarla bu karanlık olayların aydınlatılması için çaba gösteren bir avuç insanın bu onurlu mücadelesine saygı duymamak ne mümkün!
Kan lekesi kolay çıkmıyor
Geçtiğimiz günlerde tam da Ergenekon'un gölgesinde sonuçlandırılan iki önemli,tarihi dava kamuoyunun gözünden kaçırılmaya çalışılıyor. Birincisi 30 yıl öncesi yaşanan 16 Mart Beyazıt katliamı, diğeri de Hrant Dink' in ölümünden sonra yakalanan zanlılarla Türk bayrağı önünde zafer fotoğrafları çektiren emniyet ve jandarma mensuplarıyla ilgili davalar. Birincisi zaman aşımı nedeniyle kapandı, ikincisinde de tüm sanıklar beraat ettirildi.
Siz ne kadar zaman aşımına uğratıp, kapatsanız da; kamu vicdanına rağmen beraat ettirip, ortalığa salsanız da tarihe not düşülen bu olayları ve sorumlularını unutturamayacaksınız!


AYHAN ONGUN
ayhanongun@gmail.com

27 Eylül 2008 Cumartesi

Kobiler Zor Durumda!

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri



Okyanuslar ötesinden başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz dalgası ülkemizi de vurmaya başladı. Çok öncesinden başlayan psikolojik etki şu günlerde firmaları sarsmaya ve hatta bazılarını devirme aşamasına geldi.

Üretime ve ihracata dayalı bir büyüme ve kalkınma modelinin uygulanmaya konmasında ne denli geç kalındığı bu krizle birlikte daha net ortaya çıkacak.
Türkiye ekonomisinin lokomotifi durumundaki KOBİ’ lerin devlet tarafından desteklenmesi ve korunmasına yönelik yasal düzenlemeler ve iyileştirmeler henüz uygulamaya konamadan gelen bu kriz dalgası çok ciddi sıkıntılar yaratacağa benziyor.
Büyük bölümü henüz kurumsal gelişimini tamamlamamış KOBİ’ lerin ABD çıkışlı bu kriz dalgasına kendi olanaklarıyla karşı koymaları olanaklı değil. Ekonominin can damarı KOBİ’ lerin ayakta kalması, yaşatılması için mutlaka ciddi önlemlere ve desteklere gereksinim var.
Ancak görünen o ki, Sayın Başbakanımız ve hükümet yetkilileri medyayla polemik yapmak, muhalefeti susturmak için çok fazla meşguller. Onların önceliğinde bu tür konular yok.
Ekonomi ve sosyal yaşamda yaşanan sıkıntılar konusunda bunalan halkımızın önünü açması, aydınlatması gereken hükümet, karanlığa tutulması gereken feneri ne yazık denize tutuyor! İnsani yardım adı altında yapılan yolsuzluklara karşı tavır alma konusunda, ağırdan alıyor.
Göreve geldiği ilk gün “yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele edeceğiz” diyen Erdoğan’ın Başkanlığındaki bu hükümetin, özellikle de ikinci çalışma döneminde artan yolsuzluk iddiaları yanında. resmi rakamlara yansıyan yoksullukla mücadelede karnesi ne yazık, zayıflarla dolu.
Yasaklar konusuna hiç girmiyorum. Bu konuda sanki muhalefetle gizli bir ittifak içindeler ve kendileri dışındakilerin yasakları onları hiç ilgilendirmiyor.
Şu günlerde DTP ile ilgili parti kapatma davasında karar verilecek gibi görünüyor.
AKP’ ye kapatma davası açıldığında yeri göğü inletenlerin sesleri çıkmıyor. Bu konudaki çifte standart yalnız siyasilerde değil, medya da, aydınlarımız da ne yazık, yasaklar ve yasaklamalar konusunda çifte standart uyguluyorlar.
AKP’ nin kapatılması talebinin gerekçesi “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” idi. DTP’ nin kapatılması talebinin ardında yatan iddia da” teröre kaynaklık eden olayların odağı olmak”
Terörü ve teröre kaynaklık eden kuruluşları önlemek, hatta giderek tamamen yok etmek ciddi, tutarlı bir sosyo-ekonomik proğramla ve kararlı bir mücadeleyle, her zaman mümkündür. Ama laiklik karşıtı eylemleri ve destekleyen odakları belli bir süre sonra ortadan kaldırmak mümkün olamıyor.
Hele de bu odaklar devlet içinde ciddi bir örgütlenme içine girmişler ve derine sızmışlarsa, onlardan kurtulmak imkansız hale gelebiliyor.
Bu durumda laiklik karşıtı olarak başlayan ve devleti ele geçirmeye yönelik bu tür faaliyetler terör olaylarından çok daha tehlikeli olabiliyor. İşte bu şekilde yaratılan canavar, yarın kendi destekçilerini de yok edebiliyor. Asıl olan canavarı iyi tespit etmek. Yapay tehlikeler yaratarak hedef şaşırtmaya çalışanlar asıl tehlikenin temelini oluşturuyor. Mücadele, bunlara karşı verilmeli!

Üzerinden 28 yıl geçmesine karşın artçı etkileri halen dün gibi hissedilen 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmadan; Türkiye’ de ne diğer farklı görünümdeki darbelerin hesabı sorulabilir, ne de özgürlüklerin genişletilmesi konusunda bir ilerleme sağlanabilir.
Kaldı ki, mevcut siyasi partilerin öyle bir niyeti de yok.
Bugün sözü edilen canavarların yaratılması, terörün farklı boyutlarda sürekli gündemde tutularak darbelere zemin hazırlanması, böylesi ortamlardan beslenen kan emicilerin ortaya çıkarılması için mutlaka geçmişin en ince ayrıntılarıyla sorgulanmasına gerek vardır.
Aksi halde ne on binlerce faili meçhul cinayetin aydınlatılması, ne milyonları aşan işkence mağdurlarının sorumlularından hesap sorulması mümkün olamayacaktır.
Bunları yapmadan bir ülkede iç barışı sağlamak, huzur ortamını tesis etmek, yokluğu ve yoksulluğu ortadan kaldırmak olanaklı değil.
Demokrasinin tüm kurum ve kurullarıyla işler hale gelmesinin yolu geçmişteki eylemleriyle demokrasiyi kesintiye uğratanlardan hesap sorulmasından, özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesinden, yasakların kaldırılmasından geçiyor.
Tüm bunlar yapılmadan ülkede siyasi istikrarı sağlamak mümkün olmayacağı gibi, siyasette istikrarın olmadığı bir ülkede ekonominin gelişmesi ve sağlıklı bir kalkınma gerçekleştirilemez.
O zaman da kaçınılmaz olarak, küresel dış etkilerin de tetiklemesiyle ekonomi, sarsılmaya başlar. Bu durumda da ilk yıkılacak kaleler KOBİLER olacaktır.
KOBİ’ lerin bu sarsıntıdan en az zararla kurtulabilmesi, ancak devletin desteğiyle ve bu konuda alacağı ciddi tedbirler, uygulayacağı radikal kararlarla olabilir.

Yeter ki, bu tehlikenin farkına varılabilsin ve ülkeyi meşgul eden gereksiz polemiklerden hükümet, başını kaldırabilsin.
Hükümet istediği her zaman kendisine yandaş medya bulabilir, ya da bu ülke kendisine yeni hükümetlerde bulabilir ama yıkılan, yok olan KOBİLER’ in yerine yenilerini koymak o kadar kolay olmaz.
Çok sıkıntılı bir süreçten geçen Türkiye ekonomisinde yeri ve önemi tartışılamayacak denli büyük olan KOBİ’ lere sahip çıkmak bu günkü hükümetin en önemli görevidir.
Geç olmadan gerekli önlemleri almayan hükümet bu sorumluluğun yükü altında ezilir. O yüzden Sayın Başbakan’ın artık yönünü ekonomiye çevirip, hiç değilse Aydın Doğan ya da Deniz Baykal’ la ilgilendiği kadar KOBİ’ lerle de ilgilenmesi gerektiğini, birilerinin hatırlatması gerekiyor, sanırım.
Bu ülkenin ekonomisini ABD’ ye AB’ ye teslim eden, uluslar üstü finans kurumlarına teslim olan bir yönetim anlayışının KOBİ’ ler konusunda ne denli duyarlı olacağını hep birlikte göreceğiz.

ayhanongun@gmail.com

23 Eylül 2008 Salı

“HALKIN HİZMETKARI OLMAK…”

Şaban Ali YAŞAROĞLU

Türk Gençliğine Hizmet Vakfı

2. Başkanı




Çok partili hayata girişimizden bu yana, halkın hizmetine girmiş nice siyaset adamlarını gördük. İyisini de gördük, kötüsünü de görmüş olduk. Ama, bir ülkede huzur ve geleceğe güven yoksa biliniz ki, orada iyi siyaset ve devlet adamları yok demektir.

Siyasette doğru ve düzgün insanı bulmak ve seçmek kolay değildir. Çünkü bu süreçte seçmenlerin bilgi ve bilinç düzeyleri önem taşır. Hele geri kalmış ülkelerin aydın aymazları toplumları aydınlatmayı görev edinmezlerse, şarlatan siyasetçiler tarafından halk aldatılmış olur.

Bu tür şarlatan siyasetçiler, halkın gözdesi olmaya niçin can atarlar? Halkın başına geçip zorbalık ve soygun yapıp “köşeyi dönmek” için. Eğer böyle bir ülkede; gerçek aydın muhalefeti yüreğinde taşıyan, adaletsizliklere ve soygunlara karşı halkın yanında yer alan yurtsever aydınlar yoksa, o ülkeye etap etap karanlık çöküyor demektir.


Hele hele, böyle bir ülkenin seçmenleri kimselerin esiri olup, tanrının kendilerine verdiği beyinleri ile düşünmeyip sorgulamıyor, özgürce kararlarını veremiyor ve hisleriyle hareket ediyorlarsa o ülke batıyor demektir. Böyle bir ülkede demokrasiyi geliştiremez, huzur ve güveni sağlayamazsınız.

Aslında Cumhuriyetin ilanıyla yeni bir çağa girmiştik. Yeni nesili bu çağın kültürü ile yetiştirmek zorundaydık. Çünkü, ölümsüz büyük önder ATATÜRK bize; “Yeni toplum, yeni devlet ve aralıksız devrimler”i hedef göstermişti. Böylesi çağdaş bir hedefi, özellikle son elli yılda alelade politikacıların elinde hedefinden saptırdık.

Politika zor bir sanattır. Seçilirken halka verdiğiniz sözleri ve vaad ettiklerini yerine getirme sorumluluğunuz vardır. Çünkü, politikada halkın affı yoktur.

Politikaya atılan kimselerin herşeyden önce tıpkı bir oyuna girer gibi önce oyunun kurallarını öğrenmeleri gerekir. Anlatmak istediğim; politikaya atılan kimse, bakkal dükkanı açan kimse değildir. Çünkü bu hayata adımını atan her insan, artık üzerine oklar yağdırılacak bir hedef olduğunu bilmelidir.


Bu oklar genellikle muhalefetten geldiği gibi, diğer kimselerden de atılabilir. Hüner, her yönden gelenlere de hoşgörü ve dayanma gücünü gösterebilmektir. Bunu başaramayanların siyaset havuzuna girmeleri anlamsızdır. İnsan siyasete zengin olmak istediği için değil, hizmet etmek için girmelidir. Başaramayanların ise mesleklerine geri dönmeleri gerekir. İşte o vakit kimse sizinle ne uğraşır ne de rahatsız eder.

Böylesi okların hedefi olmak elbette zevkli bir iş değildir. Ama insan, siyaset hayatına zevk ve sefa için atılmaz. Çünkü siyaset dikenli bir yokuştur.
Siyasetin kurallarını bozanlar tekrar seçmenlerin karşısına çıkıp kendilerinden oy istediklerinde, onlara geldikleri yer gösterilir.

Hz. Ali’nin dediği gibi “Eğer bir ülkede yöneticiler sık sık öfkelerine hakim olamayıp, saldırgan ve kontrolsuz konuşmalar yapıyorlarsa biliniz ki, ilk yanan kendileri olacaklardır”. Demokrasi ile yönetilen ulusların tarihi bunun örnekleri ile doludur.

İktidar olmak demek, “her istediğimi istediğim gibi yaparım” demek değildir. Çünkü, demokrasi ile yönetilen çok partili düzende kuvvetler ayrımı söz konusu olmaktadır. Yasalar ve hukukun üstünlüğü vardır. Bu nedenle, kene gibi iktidara yapışmak ve iktidardan düşmemenin antidemokratik yollarının aranmasına gidilmemelidir.

İktidardakiler, kendi hatalarını kendi gözlükleriyle değil; muhalefet, sivil toplum ve aydınların gözlükleriyle görebilirler. Ancak bir ülkede kimi aydınlar siyasetle ve toplumsal sorunlarla gereği gibi ilgilenmezler ve iktidarların yalakalıklarına soyunurlarsa, işte o zaman o ülkede küçük insanların büyük gölgeleri oluşmaya başlar. Tanrı ülkemizi bu tür benzeri tehlikelerden korusun!




Demokrat bir devlet ve siyaset adamı; çevresine nokta kadar menfaat için ve virgül gibi önlerinde eğilebilen toplumun parazitlerinden uzak, gerçek yol gösterici bilimden ve en yüce servet olan ilimden yana tarafsız bir adam olmalıdır.




Söylemek istediğim; Cumhur’u temsil eden devlet adamları, tarafsızlıklarına gölge düşürmeden ulusuna gerçek demokrasiyi taşımak ve uygarlık düzeyine çıkarmak için aklın ve bilimin yolunu açan bir önder olmalıdır. Türkiye bugün böyle bir önderin özlemini çekmektedir.




Devlet ve siyaset adamları temsil ettikleri toplumun önünde koşan adamlardır. Doğal olarak önde koşan göze batacak ve taşlananda önde koşan olacaktır. Bu nedenle gerçek demokrat ve siyaset adamı eleştirilerden korkmayan ve rahatsızlık duymayan adamdır.




Ben demokratım diyen bir siyaset adamı, oy alıp iktidarını sürdürmek için seçmenlerini aldatarak tekrar seçilmeyi etik bulmaz. Çünkü, halkı kandırarak oyunu almayı halka saygısızlık sayar. Hele kamunun parası ile sadaka dağıtmak yalnız saygısızlık değil, halkı aşağılamaktır.




Halbuki halkını seven, halkının hizmetkarı olduğunu söyleyen bir siyaset adamı; halkına onurlu iş olanaklarını sağlamak, geleceği güven içinde olacak bir hayat standartına çıkarmak ve onu sadakaya mahkum olmaktan kurtarmak olmalıdır. Bu nedenle, halka saygı lafla değil, davranışlarla gösterilebilir.




Demokrasi ateşinin ve aydınlanma ışığının bütün gönüllerde ilk kez yandığı ve siyasi hayatta herkesin ilgi gösterdiği 50-60 yıl önceki yıllarımızda bu tür halka saygısızlıklar görülmez ve duyulmazdı.




Eğer, yıllar öncesinden hizmet için değil, seçilme esasına göre tezgah kuran oy avcısı, çapsız siyasiler kutsal dinimizi siyasete bulaştırmamış olsalardı, ülkemiz belki bugünlerin sıkıntılı durumlarına gelmemiş olurdu diye düşünüyorum.







Türkiye, çok partili hayata geçmesinden bu yana hitabet sanatının bütün inceliklerine vakıf ve cidden bir çok ateşli politikacıları görmüş ve dinlemiş bir ülkedir. Bu hitabet sanatının en ateşli konuşmacılarından ve en önemlilerinden biri de Millet Partisi Genel Başkanı Osman BÖLÜKBAŞI idi. 1950 yıllarında BÖLÜKBAŞI’nın Taksim Meydanı’ndaki mitingine İstiklal Caddesi’nde bulunan dükkanların sahipleri kepenklerini indirip, BÖLÜKBAŞI’nın rekor sayılan uzun konuşmasını dinlemeye koşarlardı. BÖLÜKBAŞI, güzel ve hoş konuşmalar yapar, sözlerini nüktelerle renklendirir, belgeleri konuştururdu. Çünkü, müthiş bir hafızaya sahipti. Partisine gerici yakıştırmalar yapılmasına ve kuruluş günlerinde takibata uğrayıp yargılanmasına karşın, Genel Başkan olarak seçmenlere “takkiye” yapmayıp, dini siyasete karıştırmayan ve oy avcılığı yapmayan bir devlet ve siyaset adamımızdı, rahmetli Osman BÖLÜKBAŞI. Onun siyasi tarihimize geçen “kalabalıklar bizde, oylar başkasına” sözü meşhurdur.




Siyasi ölmezliğe erişen fanilerin siyasal mücadelelerini okuduğunuzda, bu kimselerin nasıl insafsızca hücumlarla karşı karşıya kaldıklarını görürüz.




Ülkemizde de 1950-60 döneminin ana muhalefet lideri İsmet Paşa (İNÖNÜ) bu mücadelenin tipik bir örneği olarak görülür. Dönemin iktidarı tarafından neler yapılmadı, iktidarın yandaşları ve militanlarınca kendisine neler söylenmedi neler... Ancak, İNÖNÜ’nün başına gelenleri ve yapılan haksızlıkları, 1950’leri yaşamış olanlar bilir.




Kuruluşuna öncülük ve önderlik yaptığı demokratik düzenin yıkılışını gördüğünde, TBMM kürsüsüne çıktı ve iktidar grubuna hitaben; “Yanlış yoldasınız, sizi ben de kurtaramam” sözlerine devamla “Şartlar tamam olunca ihtilaller meşrudur” tarihi uyarısını dikkate almayan iktidar grubu, İsmet Paşa’yı 12 oturum meclise sokmama kararını aldı. Partisinin mallarına el konuldu. İktidarın yanlış tutumunu halka anlatması için Genel Sekreteri Kasım GÜLEK’i Karadeniz Bölgesi’ne gönderdi. GÜLEK, Sinop’ta tutuklandı ve gazetelerin sayfalarına haber olarak taşındı. Kendisi ilerleyen yaşına karşın Anadolu’ya gitmek üzere yola koyuldu. Kayseri’nin Himmet Dede İstasyon’unda iktidarın yandaşlarınca linç edilmek üzereyken bir Binbaşı tarafından saldırganlar dağıtıldı. İsmet Paşa Uşak’a geçti. Meydanda halka hitap ederken kendisine atılan taşla başından yaralandı. Ordan İzmir’e indi. Paşa’yı askerler korumaya aldı. İzmir’den İstanbul’a geldi. DP militanlarınca Topkapı’da etrafı sarıldı ve İstanbul’a sokulmamak istendi. Orada da bir subayın havaya ateş etmesiyle saldırılar önlendi. Garp Cephesi’nin Komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ikinci adamı, Lozan Kahramanı, 2. Dünya Harbi’nin top lavları ateşini dışında tutarak ülkesini büyük bir badireden kurtaran devlet adamı, demokrasinin yolunu açan önderi, Kıbrıs Çıkarması’nda ABD’nin tehtidine karşı JOHSON’a “Yeni dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” cevabıyla Türk ulusunun gurur kaynağı olmuş İsmet Paşa’sı...




Ana muhalefet partisi lideri olarak, dönemin iktidarınca kendisine, partisine ve Cumhuriyetin kazanımlarına karşı yapılan haksız uygulamalarına karşı elbetteki üzülüyordu. Genede dayanma ve tahammül gücünü göstermiş ve yapılan hücumları sabırla karşılamış ve demokrasinin gereği saymıştır.




Kendisine yapılanları içinde saklamasını bilen İsmet Paşa, devlet ve siyaset hayatında oyunun kuralları ne ise ona uymuştu. “Siyasette yaşlanma olmaz, önemli olan paslanmamaktır” sözü sanki İsmet Paşa ve onun gibi demokrasi uğruna “Fazilet Mücadelesi” vermiş olan devlet ve siyaset adamları için söylenmiştir.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Sol çıkışını arıyor!

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri


Milliyet Gazetesinde başlatılan bir tartışmayla solun yeniden örgütlenmesi ve yeni açılımlar, geniş bir alanda ve farklı perspektiflerden değerlendirilecek.
Daha tartışmanın kamuoyuna sunulduğu gün, CHP Genel Başkanı Sayın Baykal’ın bir sözü tartışmaya değişik bir boyut kazandırdı.


Tartışmanın önemli konularından biri olması beklenen” CHP’ nin soldaki yeri” Baykal’ ın bu talihsiz açıklamasıyla daha da önem kazandı.
Tartışmaya katılanların büyük bölümünde CHP’ nin artık sol bir parti olmadığı, giderek milliyetçi söylemlerle sağa kaydığı iddialarının ağır bastığı bir dönemde bu sözlerin söylenmiş olması ve böyle bir polemiğin başlaması CHP’ yi büyük ölçüde bu tartışmaların dışına iteceğe benziyor.

CHP üst yönetiminin soldan ve emekten uzaklaşan politikalar izlemesine karşın, sahip olduğu kitlesel tabanda; demokrasi, cumhuriyet, laiklik kavramlarına yürekten bağlılık ve yörüngesini emek eksenine oturtmuş, yönünü sola çevirmiş eski CHP’ ye duyulan özlem bir umut ışığıydı.

Ancak görünen o ki, CHP yönetimi, bırakın kendi dışındaki solla birlikte davranmayı, parti içerisinde böyle düşünenlere bile tahammül edemiyor.
Tarihsel köklerinden aldığı güç ve laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinden yana olan geniş halk yığınlarının desteğiyle iktidar olma yerine, asker-sivil bürokrasinin gölgesinde bir iktidar arayışını sürdüren CHP’ de, Genel Başkan ve diğer yöneticilerin yaptığı konuşmaların satır aralarında bu beklentiyi görmek mümkün.

“Paşalar hep böyle güzel konuşmalar yapıyorlar da……ama diye devam eden konuşmaya, yapılan eleştirilerin ardından Sayın Baykal ve ekibi farklı anlamlar yüklemeye çalışsa da cümlenin sonundaki da eki çok şey ifade ediyor. Burada cümleye anlam yükleyen ama sözcüğünden daha çok bu da sözcüğüdür.

Sayın Baykal bu açıklamayı Genel Kurmay Başkanının eleştirel bir açıklamasının ardından değil de bir başka toplantıda söylemiş olsaydı, sanıyorum hiç üzerinde durulmaz, belki de toplumu daha etkin ve eylemli olmaya çağıran bir açıklama diye olumlu tepkiler de alırdı.
Bu ve benzeri açıklamalar CHP kurmayları tarafından daha önceleri de yapıldığı için Sayın Baykal’ın niyeti ya da söylemek istediği ne olursa olsun, kitlelerin böyle bir anlam çıkarmasını çok doğal karşılamak gerekir.

Yerel Yönetimler seçimlerinin yaklaştığı günlerde hala siyasal duruşunu belirleyemediği, hangi seçmen tabanına yöneleceği, ne tür sosyal politikalarla halkın karşısına çıkacağı bilinmezken, bu tür polemiğe açık söylemler CHP’ yi kitlelerden daha çok uzaklaştırmaya neden oluyor.

O zaman tartışmaya açılan SOL ÇIKIŞINI ARIYOR platformunda CHP’ yi parti olarak yok saymak gerekecek.
Ancak CHP’ ye değişik nedenlerle oy veren geniş kitleyi CHP parti yönetiminden ayrı düşünmek gerek.
Bugün çok değişik platformlarda solun bu çıkışına yönelik yapılan çalışmalarda yer alan insanlar içinde de, geçmişte inanarak ya da zorunluluktan, belki de asgari demokratik sorumluluğunun gereği CHP’ ye oy vermiş çok insan var.

Geçmişte denenen ve başarısız olan kimi siyasal ittifaklar, sol güç birlikleri, birleşmeler ve yeni parti arayışlarının tümü aslında bugün yapılmak istenen çalışmalara ışık tutmalı, değerlendirilmesi ve ders alınması gerekli önemli deneyler olarak kabul edilmelidir.

Öte yandan solun AKP’ nin karşısında güçlü bir alternatif oluşturabilmesinin yolu, tüm solcuların öncelikle, geçmiş siyasal kimliklerini bir kenara koyarak, ön yargısız, koşulsuz bu platform içerisinde yer alması gerekir.
Hiç kimsenin siyasal geçmişini, tarihini reddetmesi anlamı çıkarılmamalıdır.

Özellikle de Marksist sol gelenekten gelen insanların kendisi gibi olmayanlara karşı geçmişte yaptığı küçümseyici, yok sayan ve hatta düşman gören tavrından mutlaka arınması, buna karşın sosyal demokratların da kendi dışındaki solu dıştalayan, tehlikeli sayan tavrından kurtulması, solun kurtuluşu açısından çok önemlidir.

İçinde bulunduğumuz koşullara ilişkin bilimsel analizlerle, teorik tartışmalarla geçirilecek zamanımız yok.

Halkımız; Türkiye’ nin açlık, yokluk, yoksulluk ve yolsuzluklardan kurtulması; hukukun üstün kılındığı, insan hakları ve özgürlükler temelinde bir demokratik sistemin yerleştirilmesi, geçmişte yaşanan haksız uygulamalar ve siyasal cinayetlerin hesabının sorulması, tüm insanlar için fırsat eşitliğinin sağlanması, temelinde bir anayasal düzen, barış içinde birlikte yaşayabileceğimiz bir toplumsal yapının kurulmasına yönelik bir siyasal alternatifin oluşmasını istiyor.

Bugün içinde bulunduğumuz koşullar ve yaşadığımız olaylar AKP’ ye karşı böyle bir siyasal iradenin varlığını dayatıyor.

Küresel sermayenin dünyada oluşturmak istediği yeni düzen, yaşadığımız coğrafyaya ilişkin yapılan yeni senaryolar ve bunların ülkemize yansıması ve bağlaşıkları ne olursa olsun, her şeye ve her güce rağmen Türkiye’ nin iç dinamikleri bu sorunları aşacak, ülkemizi karanlık süreçten çıkaracak güç ve deneyime sahiptir.

Yapılması gereken, iç çatışmalarımızı, komplekslerimizi ve geçmişle hesaplaşmalarımızı bir kenara koyarak, AKP den kurtulmak adına Türkiye demokrasi güçlerinin önüne güçlü bir muhalefet alternatifi koymak olmalıdır.
Aksi halde Susurluk’tan başlayıp, Ergenekon’ la devam eden bu kirli ilişkiler ağı, tüm yurdu ve geleceğimizi saracak, ülkemizi ortaçağın karanlıklarına sürükleyecektir.
İşte bu yüzdendir ki, solun kendi çıkışını araması ve mutlak yakalaması yaşamsal bir zorunluluktur.
Barış içinde, yaşanası bir dünya özlemiyle.

ayhanongun@gmail.com

29 Ağustos 2008 Cuma

Doğrudan Demokrasi

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri


Son günlerdeki sıcak tartışmalar ve yoğun gündemle ilgili öyle sanıyorum, birçok insan da benim gibi şu sorunun yanıtını arıyordur.
Türkiye nereye gidiyor?

Susurluk’tan başlayarak Ergenekon’la devam eden süreçte, açılan pandoranın kutusundan dökülenler, her gün biraz daha karmaşık bir hal alıyor ve kafalar daha çok karışıyor. Siyasette yeni kavramlar ve alışık olmadığımız söylemler insanları şaşırtmaya ve yanıltmaya devam ediyor.

İnsanlar hem laik, hem tarikatçı nasıl oluyor, aynı zamanda hem solcu, hem liberal olmanın politik, ideolojik açılımı nedir?
Sosyal Demokrat olduğunu iddia eden bir parti nasıl oluyor da evrensel değerlerden vazgeçip, milliyetçi söylemlere yönelebiliyor, ulusalcılık adı altında neo-faşistlerle birlikte davranabiliyor?

Geçmişteki on binlerce faili meçhul cinayetlerin çözülebilmesinin önündeki en büyük engellerden biri olan devlet içindeki çetelerin açığa çıkarılması umudu varken, Ana Muhalefet Partisi lideri, nasıl oluyor da Ergenekon’un avukatlığına soyunabiliyor?
Ulusal medya bu korkunç kirliliğin içerisinde ne kadar temiz ve tarafsız kalabilir?

Atatürkçülüğü her türlü amaçları için bir kalkan olarak kullananların, Atatürk’ün kişileri putlaştıran doğmatik ideolojilere karşı olduğunu bile bile Kemalizm ideolojisinin arkasına saklanmasına destek verenlerin, nasıl oluyor da kendilerini solcu saydıklarını anlayabilmek mümkün değil.

Bu ve benzer soruları çoğaltmak mümkün.
Ancak soruların ardına sığınmak da elbet bir çözüm değil.
Tüm bu soruların yanıtını verecek, küreselleşme mağdurlarını örgütleyecek bir vicdan hareketinin siyasallaşması gerçekleşmeden çözüm bulmak mümkün görünmüyor.
Yaşamımıza yön veren, kutsal kabul ettiğimiz tüm moral değerlerin yerine egemen olan ahlaksızlık ideolojisinin toplumu teslim aldığı ve her türlü yolsuzluk, hırsızlık ve ahlaksızlığın doğal sayıldığı bir ortamda mevcut düzen partileriyle bu sorunların üstesinden gelemeyiz.

Rüzgar var ama Yeldeğirmeni yok!

İktidar yerine Ana Muhalefet partisi olmayı kendisine amaç edinmiş, e-muhtıra türü post modern kalkışmalara karşı tavır almayı bu misyonundan dolayı gereksiz ve uygunsuz gören bir CHP’ nin bırakın Sosyalist Enternasyonel’in belirlediği evrensel ilkelere sahip çıkmasını, asgari özgürlük ve demokrasi arayışlarına bile yanıt verebilmesi olası mıdır?
Genel Başkan yardımcılığını yaptığı Sosyalist Enternasyonel’in toplantısına katılmak yerine dut festivaline gitmeyi tercih edenler sonuçta ülke sorunları ve alternatif çözümler konusunda dut yemiş bülbüle dönerler.
Öte yandan ülke siyasetinde yer almak isteyen bir dolu örgüt ve siyasi parti, AKP’ nin oluşturduğu bu küresel siyasetin karşısında barışın ve emeğin küreselleşmesinden yana aktif politikalar geliştirecek bir sinerji oluşturamıyorlar.
Aslında tüm dünyada hızla yükselen özgürlükçü, demokratik dönüşümlerden, emek ve barıştan yana esen rüzgarı Türkiye topraklarına yönlendirecek bir yel değirmenine her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç vardır.

Bu yel değirmeninin doğru rotasını belirleyebilmek, tersten esen rüzgarlara karşı koruyabilmek için tüm demokrasi paydaşlarının güçlerini birleştirmesi, geçmişteki önyargılardan kurtularak, barış-emek-dayanışma ve özgürlük temelinde, toplumsal dayanakları güçlü bir siyasi örgütlenmeyi gerçekleştirmeleri şart olmuştur.
Aksi halde Ergenekon’ la başlayan bu süreci AKP’ nin sonlandırabilmesi, gizli kalmış olayların aydınlanması ve cinayet çetelerinden, darbecilerden hesap sorulabilmesi hayal olur.
Daha da kötüsü adı ne olursa olsun, görünen bu örgütün şimdilik görünen kişileri üzerinden tüm gizli kalmış suçların dosyaları bir daha açılmamak üzere kapatılabilir.
Geçmişle hesaplaşmadan, sorumlulardan işlenen tüm bu cinayetlerin, insanlık dışı uygulamaların hesabı sorulmadan Türkiye’ de yeni bir döneme geçilemez.
Geçilse de adı, yeni bir dönem olmaz.
Bu gün ülkemizde dünyada esen bu rüzgara uygun bir siyasal ve sosyal iklim oluşmuştur. Konjonktür, demokrasi güçlerinin her türlü işbirliği ve siyasal alternatif üretmesi için uygundur.
Artık, son kullanma tarihi geçmiş siyaset bezirganlarından kurtulmanın, ülkemizin aydınlık geleceğini kurma adına, yeni ve kalıcı sosyal politikaların oluşturulmasının, iktidar alternatifi olacak bir siyasi örgütlenmeyi gerçekleştirmenin tam zamanıdır.
Boşa geçirilecek zaman yoktur.

Kendisine, aydın, demokrat, devrimci, solcu, sosyalist diyen herkesin, bu ülkede yoksulluk, yolsuzluk ve ahlaksızlığın sona ermesi, insanların yarına güvenle bakabileceği, sabah özgür kalkabileceğine inanacağı bir ülkenin bireyleri olma hazzını ve onurunu yaşayabileceği bir demokratik toplum yapısına kavuşması için, çaba göstermesi gerekir.
Adına ister liberal desin, ister yenilikçi, sol-ist değil, gerçek anlamda solcu insanların oluşturacağı barış ve emek eksenli bir siyasal partinin Türkiye’ de maddi koşulları vardır.
Yeter ki demokrasi ve özgürlüklerden yana esen bu rüzgarı bir toplumsal enerjiye dönüştürecek yel değirmenini kurabilme azim ve kararlılığını gösterebilelim.
Türkiye’ de AKP’ ye alternatif olabilecek siyasi oluşum bu yel değirmeninin yayacağı enerjiden oluşacaktır ve ülkesine ve insanlığa karşı sorumluluk duyan herkesin ve her kesimin bu değirmeni çalıştırmak gibi bir görevi olmalıdır.
Gerçek solun temsil edilmediği bir demokratik yapı sağlıklı çalışmaz.
Siyasette taşların yerine oturması için de böylesi bir siyasal hareketin zaman geçirilmeden oluşturulması tarihsel bir zorunluluktur

ayhanongun@gmail.com

19 Ağustos 2008 Salı

Olimpiyatların ruhuna Uygun Davranmak

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri


8 Ağustosta başlayan PEKİN OLİMPİYATLARI Türkiye açısından tam bir fiyasko. Elbette bu olimpiyatlarda ülke olarak daha başarılı olmak, daha çok madalyayla dönmek amaçlandı. Ancak görülen o ki, niyet etmekle, dilemekle bu işler olmuyor. Olimpiyatlar ya da benzeri organizasyonlara uzun vadeli bir çalışma programıyla hazırlanmaz, sporcularınıza da uygun ortam ve olanakları sağlamazsanız başarısızlık sürpriz değildir.

Bu konuda Bakanlık ve ilgili Federasyonların çalışmalarını değerlendirmek, eleştirmek teknik bir konu, ben bunun üzerinde durmayacağım.
Asıl üzerinde durulması gereken konu, tarihi M.Ö 776 yılına kadar dayanan, Modern Olimpiyat Oyunları olarak ilki 1896 yılında Atina’ da gerçekleştirilen bu muhteşem organizasyonların yapılış felsefesi.

İlk yapıldığı yıllarda kölelerin katılmasına, kadınların bırakın yarışmayı, seyretmesine bile izin verilmeyen olimpiyatların düzenlenmesi için oluşturulan ULUSLAR ARASI OLİMPİYAT KOMİTESİ ‘ nin il toplantısında belirlediği 5 ilkeden biri “ Amatörlük kuralları kesinlikle uygulanacak” koşuluydu. Bir diğer önemli koşulda Olimpiyatların mutlaka gezici olması kuralıydı.
Gezici olması kuralına bugüne kadar uyuldu ve dünyada değişik kıtalarda, değişik ülkelerde düzenlenerek bugüne kadar gelindi.

Olimpiyat fikri ortaya atıldığında amaç; insanları fizik olarak güçlendirmek ama daha da önemlisi spor yarışmaları sayesinde savaşların önüne geçmekti.
Kuşkusuz kimi zaman bu organizasyonlara da politika karıştı, siyasi baskı ve yönlendirmeler, boykotlar oldu. Doping skandalları yaşandı.
Tüm olumsuzluklara karşın olimpiyatlar bugün on binlerce sporcunun yarıştığı, bir arada bulunduğu, birbirlerinden etkilendiği, milyarlarca insanın da izlediği muhteşem organizasyonlar.
Bu organizasyonların dünya barışına katkı sağlaması, ülkeler ve sporcular arasında oluşacak dostane ilişkiler sonucu savaşların önlenmesinde de çok büyük rolü olacağı yadsınamaz.

Ancak bugün gelinen noktada Olimpiyatlar, kuruluş felsefesine ve ruhuna hiç de uygun düşmeyen birer ticari organizasyonlar haline dönüştü.
Kuşkusuz gelişen, değişen ve o ölçüde de çelişen küresel dünyada sporun bu gelişmelerden ve vahşi kapitalizmin olumsuz etkilerinden uzak kalması düşünülemez.

Olimpiyatların yapılacağı ülkelerin belirlenmesi sırasında bile rüşvet dağıtıldığı, sponsor firmaların ne denli etkili olduğu düşünülecek olursa artık olimpiyatların “amatörlük kuraları kesinlikle uygulanacak” ilkesinin hiçbir anlamı kalmadığı görülür.
Doğal olarak da tüm ülkeler oluşan bu olimpiyat endüstrisinden pay alabilme yarışına girdiler.
Türkiye’ de, her zaman olduğu gibi kolaycı politikalar benimsedi. Kendi kaynaklarından sporcu yetiştirme yerine, devşirme sporcularla başarı elde etme yolunu seçti.
Tek madalya umudumuz Elvan Abeylegesse gümüş değil de altın madalya getirse ne değişirdi?

Almanya da yapılan olimpiyatlarda Amerika adına yalınayak yarışan ve 4 madalya kazanarak Hitler’i stadı terk edecek kadar öfkelendiren zenci atletJesse Owens’ in ülkesine yaşattığı gururu Elvan bize ne kadar yaşatabilir. Daha da önemlisi bu tür başarılar, olimpiyat ruhuna ne denli uygun düşer?
Küresel ekonominin baş aktörleri sponsor kuruluşlar, daha çok reklam yapacaklar, daha çok kazanacaklar, himayelerine aldıkları sporcuları tamamen profesyonel yöntemlerle vitrine çıkararak amaçları doğrultusunda kullanacaklar ve biz bunun adına Olimpiyat Oyunları diyeceğiz!
Bence bu organizasyonların adı “Küresel spor endüstrisi fuarı“ ya da “ Uluslar arası spor şenlikleri” olabilir ama bu şekliyle Olimpiyat asla olamaz, diye düşünüyorum

Olimpiyatların genel felsefesine uygun olarak ırkçılığa karşı olalım ama, madalya uğruna devşirme sporcularla kendimize de güldürmeyelim.
Aksi halde, her ülke ya da sponsor firmalar, dünyada öne çıkmış sporcuları parayla satın alır, istedikleri ülke adına yarıştırırlar.
Bu durum barışa katkı sağlamak bir yana, yarın uluslar arası güç savaşına bile neden olabilir.

Profesyonel kaygı ve beklentiler arttıkça, sporu endüstriyel bir ticari faaliyet olarak değerlendirme anlayışı egemen olacak ve giderek Olimpiyatlar, köleleri sporun içine katma yerine sporcuları köleleştirecektir.
Küresel firmaların reklam yıldızları, ya da rekabet için kullanacakları aktörler haline gelecek sporcularla yapılacak bir organizasyona artık Olimpiyat denmesi mümkün olamayacaktır.

ayhanongun@gmail.com

13 Ağustos 2008 Çarşamba

PANDORA'nın Kutusu Açıldı

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri


Ülkemizde son günlerde yaşanan kimi olaylardan sonra, artık bazı şeylerin eskisi gibi olması mümkün değil.
Her ne kadar içerisine gereksiz kimi bilgi, belge ve deliller serpiştirilmiş olsa da Ergenekon davasıyla birlikte Türkiye’ de yeni bir dönem başlamıştır.

Aslında başlayan salt Ergenekon davası değil, Türkiye’nin, toplumun kendisiyle yüzleşmesidir. Bu yüzleşme bizi karanlıktan çıkaracak, geçmişte yaşanmış bir dolu yasa dışı cinayet, eylem ve sosyal olaylar aydınlanacak, gün yüzüne çıkacaktır.
Kimileri olayları çarpıtmak, yarattıkları sanal örgütlerin üzerinden geçmişi yargılamak kolaylığına kaçmak isteyeceklerdir.
Böyle bir durum mevcut hükümetin ve elit bürokrasinin de işine gelecektir elbet.

Bu karışık durumdan yararlanmak isteyen fırsatçı liberal aydınlarımız ve solculuğu solist-lik düzeyinde kalmış sözde solcularımız ve durumdan vazife çıkartmaya çalışan tatlı su solcularına inat bu ülkenin gerçek yurtseverleri, ilericileri, demokratları, devrimcileri bu somut durumu iyi değerlendirmek zorundadırlar.
Bir kez kutusundan çıkmış ve ortalığa saçılmış bu kirli ilişkilerin izini sürmek, geleceğimizi karartan bu yasa dışı yapılanmaları yok etmek, her aklı esenin darbe yapmaya kalkışamayacağı bir ülkede yaşamanın huzur ve onurunu yaşamanın yolu, sivil kuruluşların, demokratik kişi ve kurumların ısrarlı, inatçı ve kararlı mücadelesinden geçmektedir.

Aksi halde bu işi çözmesini iktidar partisi ya da iktidarı hedefleyen partilerden bekleyemeyiz. Onlar iktidarın ışıltılı cazibesine kapılarak en sonunda, her konuda olduğu gibi anlaşırlar, üstelikte yarattıkları sanal suç örgütleri üzerinden faili meçhul cinayetleri kapatır, ya da sanal suçlular oluşturarak vicdanlarını rahatlatmanın yolunu bulurlar.

Cumhuriyetten bu yana işlenen tüm siyasi cinayetler, komplolar, entrikalar ve iktidar kavgası uğruna yapılan ahlaksızlıkların sorumluları sonuçta bu sistemden beslenmişlerdir ve doğal olarak da bu sistemin değişmesini, hala bu sistemin nimetlerinden yararlananlardan beklemek, abesle iştigal olur.

Bu olayların en yararlı yanlarından biri de giderek toplumun ve insanların kendini, geçmişi, geleceği sorgular duruma gelmeleridir.
Kuşkusuz toplumun bu duyarlılığından rahatsız olanlar, insanları yeniden siyasetten uzak, sorunlara karşı tepkisiz kılmak adına yeni senaryolar oluşturacak, önümüze tartışacak, bizleri meşgul edecek yeni konu ve olaylar çıkaracaklardır.

Cumhurbaşkanı Gül’ün rektör atamalarında taraflı davrandığı eleştirisini yapanlara karşın, eski Cumhurbaşkanı Sezer’in de aynı tür uygulamalar yaptığını savunan yandaş medya ve AKP yanlılarına sormak gerekir.
Sorun Cumhurbaşkanlarının taraflı davranmasından öte, rektörleri seçmesi istenen akademisyenlerin özgür iradesine rağmen YÖK’ ün yaptığı sıralamaya göre atama yapılmasını ön gören YÖK sisteminin, Rektör atama yönteminin değiştirilmesi değil midir?.
Bu konu da artık kamuoyunun gündemindedir ve eski, mevcut haliyle devamı mümkün değildir.

Öte yandan anayasa değişikliğine ilişkin yapılan tartışma ve görüşmelerde, bugün yaşadığımız kirliliğin temel nedenlerinden sayılan siyasi partiler ve seçim yasalarının değiştirilmesi, herkesin ve her kesimin temsil edilmesini sağlayacak bir düzenlemenin yapılması hiç gündeme gelmiyor.
Mecliste temsil edilen siyasi partiler, mevcut sistemin bu haksız uygulamalarından ve liderler de parti içi egemenliklerini sürdürme adına bu ayıplı yasalardan yarar umuyorlar.

Ancak şu gerçeği kabul etmek gerekir. Siyasi Partiler ve Seçim Yasası değişmedikçe, çağdaş normlara ulaşmadıkça; ülkemizde siyaset ve toplum kirlilikten, şaibelerden kurtulamayacaktır.
Toplum adına, Ergenekon bahanesiyle böyle bir fırsat çıkmıştır.
Bu fırsatın çok iyi değerlendirilmesi gerekir.

Toplumu düşman kamplara bölmeden, sınırları belirsiz kamplara ayırmadan; laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletine yaraşır yeni bir anayasanın hazırlanması, geçmişte yaşanan tüm yasa dışı uygulamaların ortaya çıkarılarak, sorumlularının cezalandırılması ancak toplumsal muhalefetin çabası ve kararlılığıyla mümkün olacaktır.

Aslında bugün çok daha farklı konuları yazmak istiyordum.
Kuzeyimizde başlayan, tüm dünyayı etkileyebilecek önemdeki güç savaşları, doğumuzda yine içimizi acıtan terör saldırıları, hemen yanı başımızda, Tuzla tersanelerinde işlenen cinayetler, güneyde yakılan ormanlarımız, daha da önemlisi içimizdeki düşman….
Ancak her şeye, tüm olumsuzluklara karşın yüreğimizde sönmeyen ateş!...
Şimdi bu ateşi söndürmeye çalışanlara karşı, ortak tutum ve mücadelenin tam zamanıdır.
Ne demiş usta:
Bizden sonra gelecekler
Demir parmaklıklardan değil
Asma bahçelerinden seyredecekler
Bahar sabahlarını, yaz akşamlarını

ayhanongun@gmail.com

Enerji Savaşları

Ozan CEYHUN
ozanceyhun@googlemail.com


Türkiye 'arka bahçesi' açısından iki büyük dev ile çok sorun yaşayacağa benziyor. Türkiye'nin Kafkasya, Orta Doğu ve Asya'daki 'hayati çıkarları' maalesef Rusya ve Çin gibi iki 'süper devin' çıkarları ile çakışmakta. Bu sorun Azerbaycan'da da gündeme gelmişti. Ermenistan'ın haksız bir şekilde işgal ettiği Azerbaycan topraklarından atılması Rusya tarafından engellenmişti ve Türkiye ordusunu modernleştirdiği müttefiki Azerbaycan'ın Rusya destekli Ermenistan ordusuna karşı yenilgisini izlemek zorunda kalmıştı. Şimdi de 'Rusya tarafından parçalanmak istenen' Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü savunmaya kalkması sonucu Rusya'nın saldırılarına maruz kalmasına karşı yapabileceği fazla bir şey yok. Gürcistan iki ülkeden muhteşem desteğe sahipti bugüne kadar: Türkiye ve Almanya.

Gürcistan lideri Saakaşvili'nin Güney Osetya'yı askeri gücüyle dize getirmeye kalkması aslında stratejik olarak bir hataydı. Rusya için bulunmaz bir fırsat oldu. SSCB'nin çöküşünün ardından bir dönem 'kağıttan kaplan' muamelesi gören bu devin ne 'ön' ne de 'arka bahçesinde' rahatsız edilmeye tahammülü yok! Türkiye'nin de Doğu Akdeniz'in en büyük gücü olarak Kafkaslar'a kayıtsız kalma lüksü yok! Balkanlar, Orta Doğu ve Kıbrıs Türkiye'nin güvenlik ve ekonomi stratejileri için ne kadar hayati ise Kafkaslar'da aynı öneme sahip. Azerbaycan ve Gürcistan gibi müttefikler ve Çeçenistan'ın bağımsızlığı için haklı bir mücadele veren güçler doğal olarak bu bölgede güçler dengesi açısından çok önemli aktörler. Rusya bu nedenle Türkiye'den rahatsız. Ancak Türkiye artık öyle bir konumdaki, Rusya için 'yutulabilir bir lokma' değil. NATO üyesi ve AB üye adayı ve de Doğu Akdeniz'in tek hakimi güçlü bir devlet ile ilişkilere önem veren Rusya bu nedenle Türkiye'nin gaz ihtiyacının %70'ini sağlamakta.

Gürcistan'ın toprak bütünlüğü işte bu noktada yani 'enerji' söz konusu olduğunda 'bir olmazsa olmaz'. Bu nedenle Gürcistan'ın arkasında ABD ve AB var. Dünya genelinde enerji alanlarında 'dünyanın jandarması' konumundaki ABD için Rusya'nın burnunun dibinde ve 'enerji yollarının' orta yerinde bir Gürcistan, çok değerli. Öte yandan hala ortak bir 'Enerji Startejisi' olmayan ve tamamen dışa bağımlı AB'de meydanı boş bırakmamaya özen göstermekte. Bu açıdan hem ABD hem de AB için Türkiye ve Gürcistan işbirliği çok yararlı. Ancak bu ülkeye Rusya'nın bu derece yakın olması 'ellerini kollarını bağlamakta'. Bu nedenle NATO üyesi olmaya hazırlanan Saakaşvili, Rusya karşısında yapayalnız kalmaya mahkum. Rusya, bu dengesiz savaşta bölgede güçler dengesini lehine çevirmekte. Güney Osetya artık Rusya'nın. Gürcistan önümüzdeki on yıl sorun yaratamayacak bir şekilde imha edilmekte.

Bu arada ABD, belki de bu şekilde planlamaksızın Rusya'nın 'stratejik nasırına basıldığında' nasıl tepki verdiğini test etmekte. Olan ölen sivillere oluyor. Yine çocuklar ve kadınlar çekmekte 'enerji savaşının' acılarını! Ama bundan sonra bu tarz 'Enerji ve Su Savaşları' çok sık gündeme gelecek. Devler direk savaşmaksızın enerjinin ve suyun kaynağındaki müttefikleri aracılığı ile 'bilek güreşine' devam edecekler.

KKTC'de su da enerji de yok. 'Ateşkes' sonrası elektrik faturalarında artışlar Güney Osetya'nın çok yakında olduğunu hissettirecek herkese. Gaz ve petrol alanındaki uluslararası devler şimdiden ateşkes sonrası planlarını çekmecelerden çıkarmaktalar. Bu duruma tek alternatif olan Güneş Enerjisi konusunda 'pahalı' olduğu için şimdi yatırım yapmayanlar yarın 'çok geç kalındığının' farkına vardıklarında karanlıkta oturuyor olabilirler!

5 Ağustos 2008 Salı

Anayasalar Toplumsal Uzlaşı Gerektirir!

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri


Bir yanda Ergenekon davası ve dosyada yer alan magazin ağırlıklı belge ve deliller konuşulurken, diğer yanda, sona eren AKP kapatma davasıyla ilgili yorum ve değerlendirmeler devam ediyor.
Gazete sayfalarında ve televizyon kanallarında her gün, bu konular artık bıkkınlık verecek derecede yer alıyor.
Gerek AKP kapatma davası ve gerekse devam eden Ergenekon davasıyla ilgili tüm ön yargıları bir kenara koyarak bir değerlendirme, daha doğrusu bir beyin egzersizi yaptığımızda vardığımız sonuç nedir?
Bu konulara ilgi duyan herkesin aslında bunu yapması gerekir.

AKP için açılan kapatma davası ne kadar haklı ya da yasal gerekçelere dayandırılmıştı?
Kapatılmamasının toplum üzerindeki etkisi ve siyasete katkısı ne ölçüde olmuştur?
Kapatılsaydı, olası siyaset senaryolarından ülkemiz nasıl etkilenirdi?
Ergenekon davasının geldiği nokta da kamu vicdanını rahatsız eden konular nelerdir?
Üzerine gidilmesi halinde bu süreç bizi faili meçhul on binlerce cinayetin ardındaki güçlere kadar götürebilir mi?
Daha da önemlisi ve güncel olanı, son YAŞ kararlarında ihraç çıkmamasının, AKP kapatma ya da Ergenekon davasıyla ilintisi var mıdır?

Bu ve benzeri soruları uzatmak elbette mümkündür.
Ancak özellikle üzerinde durulması, tartışılması gereken konu sanırım tüm bu soru ve sorunların da kaynağı sayılabilecek, anayasada yapılması gerekli değişiklikler, daha doğrusu yeni anayasa hazırlanması çalışmaları.

Türkiye’ de siyasi krizlerin yaşandığı her dönemde olduğu gibi, şu günlerde de yeni anayasa tartışmaları yine gündemde.
Siyasi Partiler, sendikalar, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları kendilerine göre yeni anayasa taslakları hazırlıyor, ya da kendilerini ilgilendiren konularda anayasada yer almasını istedikleri konulara ilişkin görüş ve önerilerini rapor haline getirip, kamuoyuyla paylaşıyorlar.

Bunlar demokratik bir ülkede olması gereken olağan tepkiler.
Ancak demokratik kurumların yaptığı bu çalışmaların toplumun en geniş katılımıyla gerçekleştirilmesinde yarar var.
Aksi halde, bir ülkede yaşayan tüm bireylerin haklarını ve özgürlüklerini güvence altına alması gereken anayasa orta yerde savunmasız kalabiliyor. Bugün hepimizin kişisel, sosyal, siyasal, toplumsal yaşamını düzenleyen 12 Eylül anayasası, toplumun iradesine rağmen yapıldığı için hazırlayanlar tarafından bile savunulamıyor.

Ülkemiz için yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulduğu gerçeğini hiç kimse yadsıyamaz. Ancak hazırlanacak anayasa taslağının toplumsal bir uzlaşı sonucu gerçekleşmesi, yarın bu anayasanın ardında onu savunacak toplumsal dinamiklerin var olmasını da getirecektir.

Bu konuda en önemli görev de siyasi partilere düşmektedir. Mecliste grubu olsun, olmasın; toplumsal yaşam içerisinde yer alan tüm siyasal oluşumların ve demokratik kuruluşların görüş ve önerileri dikkate alınarak hazırlanacak bir anayasa, toplumdaki gerginliklerin ortadan kaldırılması ve sosyal barışın sağlanmasının da aracı ve güvencesi olacaktır.
İktidar partisi AKP’nin her zamankinden çok daha uzlaşıya açık, sosyal ve toplumsal dengeleri gözeten bir yaklaşım içinde olması, yeni hazırlanacak anayasanın başarısı için en temel koşullardan biridir.

Bilindiği üzere, önümüzde bir yerel seçim süreci var ve biz toplum olarak yine parti liderlerinin atayacağı belediye başkan adaylarını seçmek üzere oy kullanacağız.
Tıpkı genel seçimlerde, yine sayın parti liderlerinin belirlediği milletvekili adayları için oy kullandığımız gibi.
AB adayı, dünyayla entegre olmaya çalışan, çağdaş bir ülkeye yakışmayan, bu ülkenin insanlarının hiç de hak etmediği, bu seçim ve siyasi partiler yasaları ayıbından kurtulmanın zamanı gelmedi mi?

Kürsü dokunulmazlığının ardına sığınarak milletvekilleri için dokunulmazlıkların kaldırılması sözünden her fırsatta yan çizen AKP ve yasaklara ve barajlara en başta karşı olması gereken CHP, seçimlerden hemen sonra verdikleri sözleri unutup, bu ayıplı yasaların sonucuna katlanmaya bizleri mahkum ediyorlar.

Toplumdaki herkesin ve her kesimin temsil edilebileceği, baraj ve yasaklarla insanların seçme-seçilme haklarının engellenmediği bir demokratik seçim düzeninin oluşması, bireysel hak ve özgürlüklerimizin güvence altına alınacağı bir anayasal sistemin oluşturulması için özellikle de mecliste bizim adımıza görev yaptıklarını iddia eden milletvekillerine büyük görev düşmektedir.
Kişisel, grupsal, ideolojik, siyasal çıkar ve ön yargıları bir yana bırakarak, çağdaş, demokratik ve eşitlikçi bir anayasanın hazırlanması konusunda atılacak her olumlu adım toplumdan büyük destek görecektir.
Halkın kendi seçeceği adaylarla kendi kendini yönetmesinin, lider sultasından, onların işbirlikçisi delege ağalarının egemenliğinden kurtulmanın, şimdi tam zamanıdır.
Sayın Milletvekilleri, hiç değilse siyasal yaşamınız boyunca kamu vicdanını rahatlatacak bir iş yapmış olmanın huzurunu yaşamış olursunuz!

ayhanongun@gmail.com

31 Temmuz 2008 Perşembe

Madem ki Yoksuldular, Ölmelerinde Sakınca Yoktu !

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri

Dünkü gazetelerde okumuşsunuzdur. Oktay Ekşi köşesindeki yazıda aynen böyle yazmış. Farklı yoksul ülkelerden 138 göçmen ,Yunanistan’ a geçmek üzere bindirildikleri TIR da havasız kalmışlar ve ilk belirlemelere göre 13 ü ölmüş.
Kerkük’ te, Güngören’ de ölenlere terör mağduru dedik, peki bunlara ne diyeceğiz?

İnsanları öldürmek için, mutlaka silah, bomba gerekmiyor.
Yoksulluk terörden beter!
Yoksulluğu ortadan kaldırmadan, terörü önleyemezsiniz.
Uluslar üstü sermaye küresel amaçlarına ulaşmak için her yolu deniyor. Ortadoğu’ yu yeniden dizayn etme amacına uygun olarak özellikle de terörü ve terör örgütlerini kullanıyor.
Terör örgütleri militanlarını incelediğiniz zaman göreceksiniz, büyük çoğunluğu yoksul ailelerden gelme ve çaresiz insanlar.
Yoksulluğu yenmeden, terörün kaynaklarını kurutmak, daha doğrusu terör örgütlerinin insan kaynağını kurutmak mümkün olmayacaktır.

Pakistan, Burma ve Eritre vatandaşı bu yoksul insanlar, turistik bir gezi için binmediler o TIR’ a, Yunan adalarında tatil yapmak değildi elbet amaçları.
Onlarda terörden, açlıktan, yoksulluktan, baskıdan kurtulmak istiyorlardı.
Sonu belirsiz bir- umuda yolculuğa- çıkmışlardı, ancak bir başka terörle karşılaştılar, acımasız insanların elinde vahşi bir sona ulaştılar.
Terör; nerede, nasıl, kim tarafından yapılırsa yapılsın, sonuçta bir insanlık suçudur.
Terörün ülkesi, milliyeti olmaz.


Güngören de kahpe bir saldırıda yitirdiğimiz yurttaşlarımız için nasıl yandıysa yüreğimiz, Kerkük’ de ölenler için de sızladı yüreğimizin bir yanı. Ama içtenlikle söylemem gerekir ki, o kahpe TIR içinde öldürülenlere daha bir yandı yüreğim !
Güngören’ de ölenlere tüm ülke sahip çıktı. Kuşkusuz bu durum, ölenleri geri getirmez ama bu yoksulların sahipleri bile yok.
Sessizce, bilinmez bir mezarlıkta yok olacak bedenleri.

Bu cinayete neden olan insan tacirlerini bulmak çok zor olmaz, gerekli ceza da verilecektir.
Peki ya! Asıl suçlunun cezasını kim verecek?
Küresel dünyada bir avuç azınlık mutlu olsun diye, açlığa, sefalete, yoksulluğa mahkum edilen milyarlarca insanın sorumlusu hangi terör örgütüdür?
Adı bilinen, eylemleri bilinen terör örgütlerinden korkmayın. Asıl onları destekleyen, insanlığa karşı suç işleten, yoksulluğu insanlığın kaderi haline getirmeye çalışan küresel terör örgütüne karşı mücadele edilmesi gerekir.

Terörün uluslar üstü yanını göz ardı ederek verilecek mücadelede başarıya ulaşmak mümkün değildir.
Kaldı ki, rengi, cismi, kimliği, ideolojisi olmayan böyle bir canavarı yaratan küresel sermaye, her dönemde teröre ve terör örgütlerine ihtiyaç duyacaktır. Ama asıl ve öncelikle beyinlerimizde yarattığı terörle bizleri yok etmek istemekte.
Sonuç olarak, tüm dünyada yoksulluğu ortadan kaldıracak sosyal ve iktisadi politikalar oluşturmadan terörü yok edemeyiz.
Yoksula ekmek vererek, yoksulluğun önlenemeyeceğini de artık insanlarımızın görmesi, bunu yapanlara itibar etmemesi gerekir.

ayhanongun@gmail.com

29 Temmuz 2008 Salı

“Dünyada ve Türkiye'de Turizmin Tarihsel gelişimi"


Şaban Ali YAŞAROĞLU
İstanbul Teknik Üniversitesi akfı
Turizm Eğitimi Bölüm Başkanı



Dünyada turizmin tarihi gelişimine bakıldığında, öncelikle kıta Avrupa görülür. Tarihi 17. y.y.’a kadar uzanır. Doğum yeri ya da vatanı ise İngiltere bilinir. İlk yıllarda toplumun üst katmanlarının tutkusuydu. Turizm etkinlikleri 19. y.y. başlarından itibaren tabana doğru yayılmaya başladı. Bireysellikten kitleselliğe geçiş yaptı. Turistler için ticari organizasyon düzenlenmeye başlandı.

Amerika’nın keşfi sonrası turistik organizasyonlar kıtalara uzandı. Türkiye’de, Avrupa’dan “Şark Ekspresi” ile İstanbul’a gelen turistlerle tanıştı. Sirkeci tren istasyonunda inen önemli kişiler, özel hazırlanmış kabinlerle insanlar tarafından konaklayacakları Perapalas Oteli’ne taşınıyorlardı.

Avrupa’da giderek yaygınlaşan turizm hareketleri, sektörün en önemli ayaklarından olan “Konaklama Sektörü ve Seyahat Acentacılığı”nı da tetikledi. Peşpeşe modern otel zincirleri Avrupa ülkesi kentlerinde hayata geçirilmeye başlandı. Seyahat Acentacılığı yaygınlaştı. Yeni dünya Amerika kıtasında da, Avrupa paralelinde gelişmeler yaşandı. Odaları kilitlenen ilk otel Boston’da açıldığında olay oldu.

Bu kıtalar halen turizme erken girmenin avantajını yaşamaktalar. Çünkü, bugün dünya turizminin ağırlık noktasını Avrupa bölgesi oluşturmaktadır. Bu kıta en fazla turizm hareketlerine sahne olma niteliğini korumaktadır.

Uluslararası turist trafiğine bakıldığında; dünyada en fazla turist gönderen ve turist kabul eden ülkelerin özellikle Avrupa ve Amerika kıtasında yoğunlaştığı görülmektedir. Dünya Turizm Örgütü’nün (WTO) verilerine göre, dünyadaki her 3 turistten biri AB vatandaşıdır.

Ancak, tüm bu olumlu durum ve gelişmelere karşın son yıllarda AB’nin ve ABD’nin dünya içindeki turizm payları giderek azalmakta, başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya ve Pasifik ülkeleri turistik açıdan yükselen cazibe merkezleri haline gelmektedir.

Bunun nedeni, teknolojik gelişmeler sayesinde ulaşım ve haberleşme olanaklarının gelişerek, fiyatların ucuzlaması, keşfedilmeyeni keşfetme tutkusu ve turistik aktivitelere katılma beklentisinin önemli dayanaklarıdır.

Ekonomik, sosyal, kültürel ve doğal çevre ile sürekli etkileşim içinde ve döviz-istihdam yaratıcı özellikleriyle çok yönlü bir faaliyet alanı olan turizm, dünyanın en hızlı gelişen sektörüdür.

Bunun yanında, özünde öncellikle kültür bulunan turizm, her şeyden önce ekonomik, kültürel ve olgunlaştırılmış çağdaş hizmet sunma anlayışı ile bir anlam ifade eden uluslararası hassas bir sektör konumundadır.

Dünya Turizm Örgütü’nün (WTO) tahminlerine göre 2010 yılında 1 milyar, 2020 yılında ise 1,5 milyar kişi uluslararası geziye katılacaktır.

Türk Turizminin tarihi gelişimine gelince; Türkiye’de turizme yönelik ilk etkinlikler, 1890’da yürürlüğe giren ile başlamıştır. Seyyahın Cemiyeti daha sonra “Seyyhine Tercümanlık Edenler Hakkında Tatbik Edilecek 190 sayılı Nizamname” Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu” adını alacaktır.

1934’te, İktisat vekaletiyle de ele alınır ve Kurulan “Türk Ofis”de turizm etkinlikleri yürütülür. 1939’da da, Ticaret Bakanlığı’nın kuruluşu sonrasında bu ofis, “Turizm Müdürlüğü” adını almıştır.

1949 yılında “Turizm Danışma Kurulu”nun toplanması kararlaştırılmıştır. 1953’te “Turizm Teşvik Kanunu” tasarısı kanunlaşarak yürürlüğe girmiştir. 2 Temmuz 1963 gün ve 265 sayılı Teşkilat Kanunu ile “Turizm ve Tanıtma Bakanlığı” adını almıştır. Aynı bakanlığa, Elazığ Milletvekili yakın bir dostum olan Merhum Nurettin ARDIÇOĞLU atandı. Daha sonra birçok sıfatlarla anılan Turizm ve Tanıtma Bakanlığı son olarakta 2003’te “Kültür ve Turizm Bakanlığı” adını almıştır.

1970’lerde Turizm ve Tanıtma Bakanı olarak görev yapmış olan Sn. Dr. Alev COŞKUN, Turizm öğrencilerimize vermiş olduğu konferanslarda şunları söyledi:

“Bakanlık olarak hazırladığımız Güney Antalya Projesi’ni Dünya Bankası’nın vereceği kredi ile Kemer kasabasında uygulamaya koymak istiyoruz. Fakat, anılan bankadan krediyi alabilmemiz için, bankanın Genel Müdürü’nün olurunu almamız lazım. Bu nedenle, Genel Müdür Sn. MacNamara’yı Türkiye’ye davet ettik. Ardından da Dış İşleri Bakanlığımız kanalıyla Washington Büyük Elçiliğimizin bir araştırma yaparak Genel Müdür MacNamara’nın ne tür yemekleri sevdiğinin bilgisini iletilmesi istendi. Gelen yanıtta, Genel Müdürün, Beyaz şarap eşliğinde Dil Balığını çok sevdiğini öğrendik. Yemekten sonra Dünya Bankası Genel Müdürü’nden olumlu cevap aldık.
Konu ile ilgili bir diğer anımda şu: 1988 yılında Kemer’de kurulu OTEM Eğitim Merkezi’nde Turizm Öğretmeni olarak görev yaptığım günlerde, dönemin Kemer Belediye Başkanı Sn. Mehmet Emin MİNTA’dan dinlemiştim. Sn. MİNTA bana; Dünya Bankası Genel Müdürü buraya geldi. Bir sandalye verdik ve Çınar ağacının dibinde oturdu. Kemer halkı olarak ayakta ve etrafını sarmış heyecanla Genel Müdürün intibasını öğrenmek için sabırsızlanıyoruz. Aramızdan biri Kemer’i nasıl bulduklarını sordu: ‘Dünya Bankası Genel Müdürü yerine Kemer’de muhtar olmayı isterdim’ yanıtına hep birlikte kendisine alkışlarla teşekkür ettik dedi. Dil balığı ve beyaz şarap işe yaramıştı ve bugün Turizmin Başkenti diye anılan Antalya’nın Kemer kasabası turizmde marka haline gelmiştir”...


Günümüzde kimilerinin söylediği gibi, Türk turizmi 1980 sonrası keşfedilip parlamadı. Sektörümüzün seyir defterine bakarken 100 yıl geriye gitmek gerekir. O vakit Türkiye, Turizm sektörünün ulusal ekonomi açısından taşıdığı önemi dünyanın birçok ülkesinden 100 yıl önce kavramış bir ülke olduğu görülecektir.

Herhalde 1800’lü yılların ortalarından işletmeye açılan; Royal, Londra, Bristol, Splendid, Belvü, Grand Novotny, Akasya, Perapalas, Tokatlıyan, Carlton, Dilson, Çınar, Park, Hilton, Halki Palas, Divan, Inter Continental, Etap, Ankara Palas ve daha birçok illerimizdeki oteller kuş beslemek için açılmış değillerdi, o otellerde misafir ağırlanmaktaydı.

1980’li yılların ortasından itibaren uygulanmaya konulan “Turizm Teşvik Tedbirleri” ile sektörde ağırlıklı olarak Konaklama Tesisi ve Bakanlık belgeli yatak üretimi hızla artmıştır. Ancak, o yıllarda birçok politik kayırmalarla kamu malı Türkiye’nin turistik sahil ve koyları yağmalandığı da bir gerçektir. O kadar ki, turizm kültürü ve felsefesinden uzak birçok kişiye köşe döndürülmüştür. Benzeri sürecin günümüzde de devam etmekte olduğu görüşü de yaygındır.


Bugün, turizm sektörümüzde 50’ye yakın yabancı sermayeli firma mevcuttur. Bu firmalarca elde edilmekte olan gelirlerin, ulusal gelirimize ne denli katkısı olduğu tartışmaya açıktır.

Bugünün turizm dünyasında 40’a yakın turizm türü yapılmaktadır. Bu sayı giderek daha da artacaktır.

Yarınların dünyasını alt üst edip, küresel bir yıkım gündeme gelmedikçe, dünya turizm sektörü, sektörler içinde en çok gelişmeye aday bir sektör olacağından kuşku duymuyorum. Türkiye bu sektöre böyle bir gözle bakmalı, ilkokullarda “Turizm ve Çevre” eğitimini özgün hale getirip, yaygın bir eğitimle Türk halkını turizmle bütünleştirip, sevdirmelidir. Ayrıca, aile tipi turizm işletmeciliği için özendirici teşviklere önem vermelidir.

Diğer yönden, karayolu taşımacılığındaki güvenlik sorununa çözüm bulmalı ve yükünü azaltarak; hava, deniz ve demiryolu taşımacılığı ağını yaygınlaştırmalıdır. Özellikle yazılı ve görsel medyamız ulusal bir duyarlılıkla Turizm ve çevreye özel önem vermeli. Çünkü Türkiye, turizm küresel boyut kazandıkça ve türleri çoğaldıkça; bugünkü Akdeniz ülkeleri yanında, Doğu Asya, Pasifik Bölgesi ve Güney Afrika gibi bölgelerden yeni yeni rakipler karşısına çıkacaktır bir tatil memleketi olan ülkemiz...

Terörün Hedefi Demokrasidir!

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri

Ülkemiz zor günlerden geçiyor. Bir yanda AKP kapatma davası, diğer yanda binlerce sayfalık iddianamesiyle Ergenekon davası.
Aynı anda, devam eden Güneydoğudaki silahlı kuvvetlerin operasyonları ve bunlara karşılık terör örgütünün doğrudan polis ve askeri hedef alan nokta saldırıları sürerken Güngören’ de sivil halka yönelik bir katliam!
Tüm bu olayları birlikte değerlendirecek olursak, terörün ardındaki örgüt kim olursa olsun, sonuçta bu durumdan zarar görecek olan demokrasidir, özgürlüklerdir, hukuk sistemidir.
Teröristlerin saldırıda ölen masum insanlarla bire bir hesapları elbette olamaz. Orada bombaları patlatanların hangi örgütün üyesi oldukları da artık çok önemli değil. Dünyada yeni bir düzen ve egemenlik oluşturmak isteyen güçler, artık bir dolu terör örgütünü taşaron olarak kullanabiliyorlar.

Şu an gündemimizi en çok meşgul eden Ergenekon davasındaki kimi iddialardan yola çıkararak şu gerçeği çok net görebiliyoruz.
Ülkemizde terörü önlemekle görevli devlet kurumları arasında koordinasyon ve işbirliği olmadığı gibi kimi zaman karşı karşıya geldikleri gibi bir izlenim ediniyoruz.
Daha da önemlisi ülkede huzurun, insan haklarının, demokrasinin korunmasıyla görevli olanların da kimi zaman yasa dışı yollara başvurmuş olabileceği ihtimali bile geldiğimiz noktanın ne denli korkunç olduğunun bir kanıtı değil midir?

Her ne kadar sözlü tanıklık ve konuşmaların dinlenmesi sonucu elde edilen bilgi, belge ve ihbarlarla amacından saptırılmış bölümleri olsa da kamuoyu, başlayan bu operasyonla Türkiye’ de bazı şeylerin değişebileceği umuduna kapılmıştı.


Gerçek olmasa bile, gerçekleşebileceği ihtimali dahi kitlelerde bir heyecan, bir beklenti oluşturmuştu.
Giderek bu umutların da sönmeye başladığı, deyim yerindeyse, gereksiz bazı suçlamalar ya da iddialarla asıl varılması gereken hedeflerden sapılmakta olduğu kaygısı yer etti insanların kafasında.

Uluslar arası finans güçlerinin dünyayı yeniden dizayn etmek için kullandıkları terör örgütleri; halkı paniğe düşürmek, gelecekle ilgili umutlarını kırmak, toplumda korku yaratmak için her türlü yöntemi kullanmaya devam ediyorlar.
Bunun son örneğini de Güngören de çok acı bir şekilde, ulusça yaşadık.
Bir ülkede demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla işletiliyor olsa, gerçek anlamda sosyal, laik, demokratik bir hukuk devletinin anayasal kurumları özgürce görevlerini yapabilseler ve kamu vicdanını tatmin edecek bir parlamenter sistem ülkeye hakim olsa, ne dış güçler ne de onların yerli işbirlikçileri amaçlarına ulaşamazlar.

Ancak görünen o ki, son günlerde yaşanan hukuksuzluk, en temel insan haklarına karşı yapılan saldırı ve müdahaleler toplumu sindirmeyi başarmış, amacına ulaşmış görünüyor.
Sıradan yurttaşlar bile telefon görüşmelerini yaparken kuşku duyabiliyor, insanlar toplu alanlara gitmeye korkuyor, daha da önemlisi Sivil Toplum Örgütlerinin yöneticileri demokrasi ve özgürlük sözcüklerini telaffuz etmekten korkar hale gelmişlerse, terör ve arkasındaki karanlık güçler amaçlarına ulaşmış demektir.

Bir kez daha yinelemek gerekirse, ülkemizde insanların barış içinde bir arada yaşayabilmelerinin de, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu, faili meçhul cinayetleri önlemenin de yolu demokrasinin, özgürlüklerin sınırlarını genişletmekten; cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkmaktan geçiyor.

ayhanongun@gmail.com

28 Temmuz 2008 Pazartesi

TGC, İTO, TÜGİK ve İSİDEF'den GÜNGÖREN SALDIRISINA LANET


TGC'den Güngören saldırına lanet

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu yayınladığı açıklamada Güngören’de 17 yurttaşımızın ölümüne, 100’e yakın yurttaşımızın da yaralanmasına yol açan terör olayını lanetledi.

Açıklamada şu görüşlere yer verildi:
“Terörün acımasızlığı bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Kadın, erkek, çocuk ayrımı yapmadan masum insanları hedef alan bu insanlık dışı vahşeti şiddetle kınıyoruz.
Terör saldırısında hayatını kaybeden yurttaşlarımızın acısını tüm ulusumuzla birlikte yürekten paylaşıyoruz.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu olarak inancımız odur ki, bu tür terör olaylarının ülkenin birliğini ve dayanışmasını bozmaya gücü yetmeyecektir.
Demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işletilmesini engellemeye dönük her türlü terörün karşısında ulusça durmanın zamanıdır. Bu kararlılıkla en kısa sürede olayın aydınlatılmasını bekliyoruz.”



İTO Başkanı Murta YALÇINTAŞ:“Bu hain saldırı teröre karşı kararlılığımızı asla etkilemeyecektir"

Güngören'de dün akşam meydana gelen patlamalarla ilgili olarak bir açıklama yapan İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Murat Yalçıntaş, şunları söyledi:
“Türkiye’nin içeride ve dışarıda pek çok alanda mücadele verdiği, bir barış ve huzur adası olmaya çalıştığı dönemde meydana gelen bu saldırı bir vahşet gösterisi durumundadır. Bu alçakça saldırıyı nefretle kınıyor, gerçekleştirenleri ve arkasındaki güçleri lanetliyoruz.

Eylemlerini sürdürenler bilmelidirler ki, bu hain saldırı teröre karşı kararlılığımızı asla etkilemeyeceği gibi birlik ve dayanışmamızı daha da güçlendirecektir.

Saldırıda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, ailelerine ve milletimize başsağlığı, yaralanan vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum.”



İSİDEF YÖNETİM KURULU adına

Özcan AY
Genel Başkan


Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullar nedeniyle ulusça birlik ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz.
Ekonomide yaşanan durgunluk ve sıkıntılar bir yana son günlerde siyasi istikrarımızı bozan parti kapatma ve Ergenekon davaları gibi olaylar da toplumu fazlasıyla huzursuz etmiştir.
Böylesine kaotik ortamları fırsat bilen terör örgütleri yine tüm ulusu yasa boğan bir kanlı eylem gerçekleştirmişlerdir.
İstanbul-Güngören de gerçekleştirilen bu hain saldırıların Ülkemizde verilen demokrasi ve özgürlükler mücadelesine yapıldığı gerçeğinden hareketle halkımızın bu tür saldırılarla yıldırılamayacağına, devletin bu alçakça eylemlerin üstesinden gelecek kararlılığı göstereceğine inanıyoruz.

Güngören saldırısında yaşamını yitiren yurttaşlarımıza tanrıdan rahmet, ailelerine sabır, yaralılara acil şifalar diliyoruz.



Hazim SESLİ
TÜGİK Genel Başkanı






Belirsizlik ortamından faydalanmak istiyorlar

Türkiye, 85 yıllık genç bir ülke olmasına rağmen, yaşadığı tüm zorlukların üstesinden gelmeyi başarmış ve bugünlere kadar da emin adımlarla gelmiştir. Ülkemizin bu güçlü duruşu, bazı çevreler tarafından her zaman kıskanılmış ve bu nedenle de ülkedeki birlik ve bütünlüğüne karşı saldırılar hep var olmuştur. Dün Güngören’de yaşadığımız saldırı da bu vahim olaylardan biridir. Ancak bizi içerden yıkmak isteyenler bir kez daha göreceklerdir ki; Türkiye bu tip saldırılara pabuç bırakmayacak kadar iradeli ve kuvvetlidir. Emniyet güçlerinden ordusuna, işçisinden emeklisine, işadamına ve sivil toplum kuruluşlarına kadar, hepimiz tek vücut halindeyiz. Masum insanlarımızı hedef alan bu tür saldırıları şiddetle kınıyor, olayın faillerinin bir an önce yakalanarak yargılanmasını bekliyoruz. Hain saldırıda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet ve ailelerine sabır dilerken, yaralı vatandaşlarımıza da acil şifalar diliyoruz.

Bilindiği gibi; Türkiye 2008 yılı başından bu yana bir belirsizlik ortamı yaşamaktadır. Bir yandan parti kapatma davaları sürerken, diğer yandan ise Ergenekon soruşturması gündemin ilk sırasına oturmuş, Türkiye adeta gri günlerin yaşandığı bir ülke haline gelmiştir. Güçlü Türk milletini içerden yıkmak isteyenler için adeta bir zemin niteliği taşıyan bu belirsizlik ortamının, bir an önce yerini berraklığa bırakmasını beklemekteyiz. Gün binlik ve beraberlik günüdür. Türkiye ancak bu sayede yaşadığı belirsizlik sürecini aşabilecek ve her alanda istikrarın sağlandığı bir ülke konumuma yeniden gelecektir.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Bekir Coşkun'a göre kaç tür sansür var? En tehlikeli hangisi?

Bekir COŞKUN / HÜRRİYET


Bekir Coşkun, sansürün türlerini ve bir gazeteci için en kötüsünün hangisi olduğunu kaleme aldı. İşte Coşkun'un "Sansür anı" başlıklı yazısı...

Sansür anı...


ÜÇ tür sansür vardır:

- Yasaların sansürü.

- İktidarın sansürü.

- Patronun sansürü.

Bu üçü de önemli değildir. Gazetecilik onuru bunları nasıl olsa aşar. Ama bir dördüncü sansür vardır ki, içine oturdu mu o sansür heyeti, ondan asla kurtulamaz gazeteci.

Nereye gitse o sansür heyeti de birlikte gider.

Kaçsa, içindedir...

Tam gerekeni yazacağı anda içindeki sansürcü "Olmaz ama..." der. Ve gazetecinin bir gözü hafif küçülür o an...

O sansür anıdır.

Düşünmeye başlar... Sandalyesinde, önce sağ kalçasının, sonra sol kalçasının üzerinde yaylanıp, psikolojik olarak yerinin rahatlığını test eder... Bilgisayara uzanmış elini çeker... Sırayla parmaklarını çıtlatır, tekrar başparmağına döner.

Elini tekrar bilgisayara uzattığında, yarı yolda tutup içindeki sansür heyetine kulak kabartır. İçindeki sansür heyetinden ses gelir:

"Sakın ha..."

*

Gözünün önünde bazı görüntüler belirir gazetecinin; bu görüntüler onun tıynetine göre değişir.

Kimisinin gözünün önüne Genel Yayın Yönetmeni’nin yüzü gelir...

Kimisine patronun yüzü... Patronun yüzü asıktır ve sanki bir şeye canı sıkılmıştır, yan gözle kendisine bakmaktadır...

Kimisi...

Artık tıynetine göre; kimisi Başbakan’ın uçağını görür... Uçağın geyik derisi koltuğuna oturmuştur... Başbakan tam karşısındadır... Hep birlikte gülerkenki fotoğraf çekilmektedir. Ve o birazdan "Başbakan ile havada..." başlıklı yazısını yazacaktır.

Kimisinin aklına Çankaya’da Cumhurbaşkanı’nın sofrası gelir. Beyaz eldivenli garson tabağına dolma koymaktadır, dolmayı çatalla ikiye ayırırken, Cumhurbaşkanı’na "Beyefendi, sizin varlığınız demokrasi için teminattır hakikaten..." demektedir ve Cumhurbaşkanı mutlandığı için bıyıkları gülme pozisyonu almıştır...

(..........)

Şu sıralarda kutlanan, sansürün kaldırılışının yüzüncü yılında (24 Temmuz 1908) en tehlikelisi gazetecinin içindeki sansür heyetidir.

O hálá oradadır...

Dönekleşir, kıvırır, kaypaklaşır...

Ama kurtulamaz gazeteci

25 Temmuz 2008 Cuma

Basında Sansürün İlk Kez Kaldırılışı’nın 100. Yılı Anıldı.

TGC Başkanı Orhan Erinç:
“Siyaset hukuksallaşmalı, hukuk da siyasetten uzak kalmalı”


24 Temmuz Basında Sansürün ilk kez Kaldırılışı’nın 100. Yıldönümü Geleneksel Gazeteciler Günü olarak Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen törenle kutlandı. Törende TGC’nin Geleneksel Basın Özgürlüğü Ödülleri sahiplerini buldu. Bu yıl ilk kez “Sansürden Yasağa 1” isimli bir de sergi açıldı.













İstanbul- Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç, Basında Sansürün Kaldırılışının 100. Yıldönümü Töreni’nde “ yasaları ve meslek etik kurallarını böylesine kapsamlı bir biçimde yok sayan bir dönemin geçmişte hiç yaşanmadığını” söyledi. Başkan Erinç, “Siyasetin hukuksallaşmasını beklerken, hukukun siyasallaşması konusundaki görüntüyü de eleştirilmesi gereken özel bir durum olarak nitelendiriyoruz” diye konuştu.

Törene 1000’i aşkın gazeteci katıldı





Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) düzenlediği Basında Sansürün Kaldırılışı’nın 100. Yıldönümü, bini aşkın gazeteci ve konuğun katılımıyla Dolmabahçe Sarayı’nda kutlandı. TGC tarafından, basın özgürlüğünün önemini vurgulamak amacıyla, basın özgürlüğünü savunan, bu uğurda çaba harcayan kişi ve kuruluşa ayrı ayrı verilen ödüller de sahiplerini buldu. Büyük Seçici Kurul, bu yıl kişi dalında, Milliyet Gazetesinden Gökçer Tahincioğlu ile Vatan Gazetesinden Kemal Göktaş’ı, kurum dalında ise Basın Müzesi’ni ödüle değer buldu.



Sansürden Yasağa 1 Sergisi düzenlendi

Törende ayrıca bir de sergi açıldı. “Sansürden Yasağa 1” adı verilen sergide, Basın Müzesi’nde yer alan sansürün uygulama biçimlerinin örnekleri sergilendi. Sergide, basına yasakların ağırlıklı olarak gündeme geldiği, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası dönemlerden ilki olan 1960’daki uygulamalar yer aldı. Sergide yer alan belgelerde mahkemeler tarafından verilen yasaklama kararları, Tahkikat Encümeni ile Sıkıyönetim Komutanlıklarınca verilen karar örnekleri ile bunların basına yansıyış biçimleri panolarla yansıtıldı

83 gazeteciye armağanları verildi



Gecede ayrıca, son bir yıl içinde Sürekli Basın Kartı almaya hak kazanan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesi 83 gazeteciye de armağanları verildi

Basında Sansürün Kaldırılışının Yıldönümü

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 10 Haziran 1946’da kurulmasının ardından gazeteciler özel meslek günü olarak kabul edilen 24 Temmuzlar “Basın Bayramı” olarak ilan edilmiş ve kutlanmaya başlanmıştı. Ancak basın üzerindeki kısıtlama ve yasakların artması ve devam etmesi sonucu önce “Geleneksel Gazeteciler Günü” olarak adlandırılmıştı. 24 Temmuz 1908, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Tüzüğü’nde “Basın Özgürlüğü Yolunda Mücadele Günü” olarak tanımlanıyor.

22 Temmuz 2008 Salı

Işığı karanlığa tutun, gözlerinize değil!

Tarihimizi, özellikle de cumhuriyetten bu yana incelediğimizde, Egenekon benzeri olaylar her zaman var. Faili meçhul cinayetler her dönem olmuş ve olmaya devam etmekte. Devletin resmi örgütlenmesinin dışında kimi gizli güçlerin devlete ve kurumlarına egemen olma isteği ve kavgası da bugüne kadar sürüp gelmiş. Hatta kimi zaman iktidardaki hükümetlerin bunlarla işbirliği ya da desteği de eksik olmamış.
Bugün gelinen noktada, başlatılan soruşturmanın yöntemi, iddiaları, sunuş biçimi tartışılabilir, fazlasıyla tartışılıyor da.

Ancak AKP iktidarının bu soruşturmayı fırsat bilerek bazı kişi ve kurumları köşeye sıkıştırma niyeti bir yana, ülkemizde yaşanan on binlerce yasa dışı cinayetin, sosyal olayların ortaya çıkarılması için uygun zemin ve koşulların oluşması ihtimalini olsun, göz ardı etmeye kimin hakkı vardır?

Bu ülkenin tarihinde bir kara leke gibi duran karanlık sayfaları aydınlatacak ışığı yakmanın zamanı gelmiştir. Bu konuda tavır alması gereken insanların da her türlü önyargıyı bir yana bırakarak ışığı gözlerimize değil, karanlığa tutmaları gerekiyor. Aksi halde yakılan bu ışık karanlığı aydınlatma yerine yalnızca gözlerimi kamaştırır, görmemizi engeller.

Birileri zaten yıllarca gözlerimize hep gözbağı taktılar, kendilerini görmeyelim diye, sonra da balık tutmaya, resim yapmaya başladılar!
Şimdi görmeyelim diye ışık tuttukları gözlerimizin içine baka baka yalan söylediler, şimdi de hiçbir şey hatırlamıyorlar.
Ergenekon soruşturmasını AKP adına bir demokrasi, özgürlük, insan hakları mücadelesi gibi göstermeye çalışan liberal solcularımıza ve AKP’ ye karşı çıkma içgüdüsüyle Ergenekon benzeri örgütlenmeleri mazur göstermeye, hatta desteklemeye çalışan sözde ulusalcılara inat, Türkiye’ de demokrat, ilerici, yurtsever herkes ve her kesimin çok daha duyarlı olması gerekiyor.

Geçmişten bu yana devam eden faili meçhul cinayetler AKP hükümetleri döneminde de sürmüş, sürdürülmüştür. Hiç kimsenin, bu yasa dışı olayların, cinayetlerin gizli kalmasına neden olacak bir tavır içerisinde olma hakkı yoktur. Kim ki, bu olayların üzerine gidecek cesaret ve kararlılığı gösterebiliyor, bu konuda samimi çaba gösteriyorsa, Türkiye de demokrat, odur.

Demokratlığı bir yafta gibi boyunlarına takıp, toplumu yönlendirmeye kalkanların, kendi siyasi hırs ve çıkarları uğruna bu güzel ülkenin geleceğiyle oynamaya hakkı olmadığı gibi tarih önünde bunun hesabını kolay veremezler.

Kaldı ki, Türkiye’ nin aydınlık geleceğini kurma, ülkemizi karanlıklardan çıkarma, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, laik, demokratik cumhuriyeti koruma ve yaşatma kararlılığını gösterecek halk iradesiyle, AKP iktidarını birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Ne yazık ki, sol liberal aydınlarımızın da katkılarıyla iyice karışan kafalarımız; karanlık yerine, gözlerimize tutulan ışıkla, bir akıl tutulmasıyla karşı karşıya!
Kimi dürüst savcı ve yöneticilerin son günlerde cesaretle üzerine gittikleri kimi olayların açığa çıkmasını istemekten, AKP’ ye prim yaptıracağı savıyla geri durmanın demokratlıkla ne ilgisi var?

Üstelik de bunu solculuk adına yapanları anlayabilmek, hiç mümkün değil.
Türkiye’ de geçmişte gizli kalmış tüm yasa dışı olayların, cinayetlerin ortaya çıkarılması için verilecek mücadele; demokratım, ilericiyim, devrimciyim, müslümanım diyen herkes için bir namus borcudur.
Hiç kimsenin de bu borcu ödemek için üzerine düşen görevi erteleme, savsaklama ya da kimi politik, ideolojik kaygılarla yok sayma lüksü yoktur.
Yeter artık, kaldırın gözlerimize diktiğiniz ışığı, önümüzü aydınlatması için karanlığa tutun ışığı, önümüz aydınlansın……..

AYHAN ONGUN
ayhanongun@gmail.com

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Bütün yollar BOP'a çıkar

Ergenekon Üzerinden Bir Ufuk Turu...
Prof.Dr. EROL MANİSALI

- ABD, İngiltere, İsrail, AKP, BOP...

- Abramowitz, Wolfowitz, Erdoğan, Gül, Babacan, Bush, Rice ve BOP...

- PKK, DTP, Talabani, Barzani, Kürdistan, BOP...

- Ergenekon, Erdoğan, Gül, Amerika, İsrail, İran, BOP...

- Faks, mektup, rüya, fal, Ergenekon, BOP.

- Gözaltı, baskı, karartma, servis, Amerika, BOP...

- Taraf, Zaman, Vakit, Nakit, Gülen, BOP.

- Gallipoli, senaryo, belge, Amerika, Ergenekon, BOP...

- RAND, Erdoğan, Gül, “ılımlı İslam”, BOP...

- Afganistan, Irak, Lübnan, Suriye, İran, Türkiye, BOP...

- Kıbrıs, Talat, Hristofyas, ABD, AB, İsrail, BOP...

- Özelleştirme, piyasa, yeşil sermaye, cemaat, tarikat, şeriat, BOP!..

- Arap, kral, şeyh, petrol, yeşil, BOP...

- AB, Federasyon, Kürdistan, Osmanlı, Sevr, BOP...

- Amerika, üs, çekiç güç, nükleer silah, BOP...

Oyun basit, karıştıran kim?

Bu bir bilmece değil, oynanan oyunun özeti böyle, iş bu kadar net ve basit... Bu açık seçik oyunun anlaşılmaması için kafalar özellikle karıştırılıyor.

- Kimin neyi, niçin yaptığı anlaşılmasın.

- Yollardaki engeller temizlensin.

Hedefler bellidir: Irak, İran ve Türkiye başta olmak üzere dünyanın en kritik bölgesindeki ülkelerin bölünerek arka bahçe haline getirilmeleri. Aynen, Gül’ün 8 Mart 1995’te TBMM kürsüsünden haykırdığı gibi...

ABD, İngiltere ve İsrail’in yürüttüğü BOP’a, AB de destek vermek zorunda. ABD-AB ortaklığı olmadan Batı kapitalizmi, düzenini sürdüremez.

Mart 2003’ten beri Irak’ta yüzyılın en büyük katliamı sürdürülüyor. Irak’ı parçalayınca diğerlerine başlamak istiyorlar.

- Türkiye içerden bölünüyor, Irak’taki gibi top sesleri duyulmuyor...

- Türkiye’de karanlığın, sessizliğin, baskının, yıldırmanın korkusu yaşatılmak isteniyor.

- Devlet kurumları karşı karşıya getirilmiş.

Türkiye “gölge boksu” yapan biri haline dönüştürülmüş. Düşman yerine, aynada kendisiyle vuruşuyor.

Karşımızdaki düşman kim? Bizi bölüp birbirimize düşürenler ortada, sokaktaki insan görüyor ama “devlet bunları göremiyor”.

- ABD, AB, İsrail Kürdistan’ı kuruyor, bizi bölmek için. Bunu görmezlikten geliyoruz. “PKK ile oyun oynatılıyoruz, sıkıştırılıyoruz.” PKK bir araç, kullananlar arkada.

“Devlet onlarla yüzleşmiyor”, gölge boksu yapıyor, aynada kendisiyle vuruşuyor...

- Kendi kendimizi nereye kadar aldatacağız? Sömürgeciler ezip geçtikten sonra yapacak bir şey kalmaz, altında herkes ezilir, işbirlikçiler de kendilerini kurtaramazlar.

Oynanan oyun ortada, herkes suçluları görüyor. Kimse gerçek suçluların üzerine gitmiyor. “Sessiz darbe” ile işgal edilirken, “Postallarla Çimenlere Basmayın” levhası asıyoruz.

“Kral çıplak” demekten herkes korkuyor. “Kralın çıplak olduğunu söylerseniz, sizi içeri atarız” diye sindirmek istiyorlar.

Biz de “naylon suçlularla” gölge boksu yapıyoruz. 70 milyonun, “Kral çıplak” diye haykırması gerekiyor, sömürgecinin suratına tokatımızı şaplatmalıyız...

Biz birlik olduğumuz zaman onlar kendiliklerinden kaçmaya başlarlar, içimizdeki ortaklarıyla birlikte...

Cumhuriyet / 11-07-2008

LİBERAL DEMOKRASİDEN ILIMLI İSLAM DEMOKRASİSİNE

Prof.Dr.EROL MANİSALI

80’li yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de bir “liberal demokrasi” söylevi başlatıldı. 90’lı yıllarda da hızlanarak sürdürüldü.

“Liberal ekonomi” çok açıktı, yeni küreselleşme pazarlanıyordu. Peki liberal demokrasi neydi? Kimin liberalliği ya da özgürlüğüydü?

Bu ifade aslında, “Batı kapitalizminin yaratmak istediği insan ve toplum tipinden” ne anladığının ifadesiydi.

- Liberal olan kimdi? Birey mi, şirket mi, yoksa toplum mu? İşin bu kısmı biraz karışıktı.

- Birey, önünde raflara dizilen malları seçmekte özgür olacaktı. Ya da “paketlenerek sandığa kilitlenen” adaylardan birine oy verecekti. Kıyıları parsellenmiş bir ülkede, “kıyıda dolaşmak serbesttir” levhası asmak gibi bir şey.

- Liberal demokrasi “toplumsal özgürlüklerin yok edildiği” bir düzene verilen isimdi. Batı, Türkiye benzeri ülkelerde bunu hep pazarladı durdu, ama başarılı olamadı.

- Özalcılık, Türkiye’deki liberal (ya da biçimsel) demokrasinin adıydı. Özal giydiği şortuyla, hız sınırını aştığı BMW’siyle liberal demokrasiyi yaşatmaya çalıştı.

- Amerika bu denemesinde başarılı olamamıştı. Göstermelik liberal demokrasi kırsala ve varoşlara çok uzak kalmıştı. İşte bu nedenle ANAP da DYP de silinip gittiler.

Emperyalizmin hapları

Rand Corporation laboratuvarında yeni bir ürün üretildi. Ürünün adı “Ilımlı İslam demokrasisi”ydi. Ürünü bulanlar Morton Abromowitz, Graham Fuller, Richard Holbrooke, Paul Wolfowitz gibi CIA’nın has Ortadoğu uzmanlarıydılar.

Hatta laboratuvarda üretilen ürünün denekleri bile seçildi(*). İslamcı kesimden ABD’ye transfer edilip formalarını değiştirenlerden çok başarılı sonuçlar alındı.

2000’li yılların başlarında ise “Ilımlı İslam demokrasisinin 70 milyon insana uygulama operasyonu başlatılmıştır.”

Ama yine de bir kuşku vardı içlerinde. “Liberal demokrasi ürününde”; liberal sözcüğünün arkasına saklanılarak yine de pek çok şey yutturulabiliyor, pazarlanabiliyordu.

Ama gelgelelim dincilikle, yobazlıkla demokrasi nasıl yan yana konup yutturulabilirdi! Dinci iktidar deyince ister istemez akla feci şeyler geliyordu.

- S. Arabistan’da simit çalan çocuğun kolunu kesen rejimler vardı...

- Yüzü yanlışlıkla açıldı, saçı görüldü diye taşlanarak öldürülen kadınlar görülmüştü...

- Kadın-erkek eşitliği hak getire; o rejimlerde kadın insandan bile sayılmıyordu.

Şimdi sen kalk, dinci bir yapı getir, “bunun adı ılımlı İslam demokrasisidir” de...

Bu düzmeceyi kendi yobazlarına bile yutturamazsın. Peki, ne olacak şimdi bunun sonu? Adamlar Rand Corporation’da formülü üretmişler. Buldukları yeni transferleri kandırarak ikna etmişler. Formalarını giydirip sahaya da sürmüşler.

Türkiye muz cumhuriyeti olamaz

Burası şeriat düzeninin egemen olduğu Arap çölleri değil! Burası laik, demokratik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti.

Köylüsüyle, işçisiyle, esnafıyla, aklı başında patronuyla, barolarıyla, üniversiteleriyle, yargı kurumlarıyla, kimi milletvekili ve kimi gazetecisiyle, askeriyle, siviliyle, 70 milyonuyla Atatürk devrimlerinin, Cumhuriyetin, Lozan’ın, hukuk devletinin, laikliğin, çağdaş değerlerin ve katılımcı demokrasinin sahibiyiz, sahibi olmak zorundayız. Bu toplumda, üç beş dinci işbirlikçi gerçekten azınlıktadır.

Rand Corporation’da üretilip seçilmiş deneklere uygulanan emperyalizmin haplarını 70 milyon yurttaş kabul etmeyecektir.

Ilımlı İslam demokrasisi, emperyalizmin yutturmacasından başka bir şey değildir. Son olaylar mı? Faşizm aynaya bakıp kendinden korkmaya başladı.

Yaşanan şiddet, korkunun belirtileri...

(*) 20 Ekim 1996 Aydınlık Dergisi; “AKP-Ordu-Amerika Üçgenindeki Türkiye” içinde ayrıca yayımlandı.

Cumhuriyet / 07-07-2008

BATI'NIN TÜRKİYE LABORATUVARI

Prof.Dr.Erol Manisalı/CUMHURİYET

- Sömürgeciliğe karşı çıkanlar, Atatürk devrimlerini savunanlar, Cumhuriyetçiler hedefte...

- Büyük Ortadoğu Projesi’ne hayır diyenler, Irak’ta insanları, Müslümanları öldürmeyin diyenler hedefte...

- Hukuktan, halktan, gerçek demokrasiden yana olanlar hedefte...

- İnsanlıktan, aydınlıktan, çağdaşlıktan yana olanlar hedefte...

- Halkımız, insanımız, Türkiyemiz, 70 milyonumuz hedefte, bölgemiz hedefte...

Birkaç haftadır İstanbul’dan kaçmış, Ege’nin sakin bir köşesine saklanmış yeni kitabımı yazıyorum, Batı’nın yeni Türkiye politikasını... Yaşamakta olduğumuz inanılmaz olayların “bu politika içindeki yerini” görmeye çalışıyorum.

- Türkiye’de olup biten inanılmaz olaylar Ahmet, Mehmet, Ayşe meselesi değil.. filmin birkaç karesi içine sıkışıp kalmak yanlış olur.

- Olayın büyük oyuncuları ile maşaları birbirine karıştırmamak gerekiyor. Maşalar her gün televizyonlarda, gazetelerde, meydanlarda gördüğümüz yüzler...

Onların iplerini tutan eller ortalıkta görülmezler.

Hedefteki 70 milyon

Batı’nın yeni Türkiye politikasında hedefte biz varız, Türkiye var, 70 milyon insan var.

- Ülkemizi bölmek, sınırlarımızı değiştirmek istiyorlar...

- Cumhuriyet’in yerine, çağdaş bir ülke yerine, Atatürk’ün devrimleri yerine, “dinci bir düzen” getirmek istiyorlar.

- Yaşadığımız inanılmaz olaylar bundan kaynaklanıyor.

- Sömürgeci Batı ile içimizdeki maşaları el ele vermişler, “gerici ve antidemokratik düzeni dayatmak” istiyorlar. Ama halkın yüzde 90’ı Amerikan faşizmine karşı...

Saldıranlar kim?

- Saldıranlar, sömürgeciler...

- Saldıranlar, sömürgecilerin taşeronları...

İnsanlık tarihi bu tür baskılar ve saldırılarla doludur. Yakın tarihte Amerika’da Mc. Carty ve Avrupa ile Güney Amerika’daki örnekler... Hitler, Franco, Pinoşe dönemlerinde insan avına çıkılmadı mı? Solcu, yurtsever, demokrat insanlar kovalanmadı mı? Ama sonunda bittiler. Yenileri doğar onlar da biter, kullanılırlar ve kaybolurlar...

Amerika maşalarını sonra çöpe atar, “ya da deliğe süpürür”... İran Şahı’nı, Saddam’ı işleri bittikten sonra bir kenara attılar, hatta kellelerini bile kestiler.

Sömürgecileri arkalarına alıp kendi halkını ezenler, en sonunda sömürenlerle yüz yüze gelirler.

Şu anda Türkiye’de, “Batı’nın soğuk savaş sonrasındaki yeni politikalarını yaşıyoruz”. ABD, AB, Türkiye Laboratuvarı’nda “Ilımlı İslam modelini” üretmeye çalışıyor. DNA’ları değiştirerek yapay bir döllenme ile bunu zorluyor.

70 milyon, emperyalizmin bu canavarı üretmesine izin vermeyecektir. Türkiye bu toplumsal direnç birikimine sahiptir.

Taksim Meydanı’na, Kızılay’a, Konak’a çıkın.. rastladığınız insanlara Amerika’yı sorun... Toroslar’a çıkın Atatürk’ü, bayrağımızı sorun... Gerçek Türkiye ile yüzleşirsiniz.

Türkiye’de 70 milyonluk bir laboratuvar kurduklarını sananlar yanılacaklardır. “Marjinal olanlar”, bu laboratuvarda yabancı güçler adına çalışan işbirlikçilerdir.

Çok merak ediyorum, Avrupa basını Mustafa Balbay’ı nasıl değerlendirecek? İnsan kimliğiyle mi? Sömürgeci gözlüğüyle mi?..

1919, 1920’deki gibi garip bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda İngiliz’in, Vezneciler Karakolu’na baskını oluyor, öte yandan işgal orduları ile futbol turnuvaları düzenleniyor.

İşgal ve diyalog yan yana, dinlerarası diyalog gibi... Fener devleti diyalog yolu ile dayatılıyor.

Batı, kendi dizine oturttuğu işbirlikçileri ile diyalog halinde... 70 milyonla uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor...

Cumhuriyet /04-07-2008

19 Haziran 2008 Perşembe

ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ DİREKTÖRÜ BİGE ÖRER

İSTANBUL KÜLTÜR SANAT VAKFI'NDA 2008 HAZİRAN AYI İTİBARİYLE ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ DİREKTÖRLÜĞÜ'NÜ BİGE ÖRER ÜSTLENECEK



Daha önce İstanbul Bienali’nde Uluslararası İlişkiler Koordinatörü olarak görev yapan Bige Örer bundan böyle Uluslararası İstanbul Bienali Direktörü olarak görevine devam edecek. 9. ve 10. İstanbul Bienalleri’nde direktörlüğü üstlenen Çelenk Bafra ise Temmuz ayından itibaren İKSV bünyesinde Fransa 2009 Projesi Çağdaş Sanatlar Başlığı’nın artistik koordinasyonunu yürütecek ve bağımsız olarak güncel sanat alanındaki çalışmalarına devam edecek.
İstanbul Bienali ekibinde 2003 yılından beri çalışan Bige Örer, ayrıca İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Avrupa Komisyonu kültür fonlarını değerlendirme uzmanı olarak da görev yapıyordu.

1977 doğumlu ve Marmara Üniversitesi Fransızca Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunu olan Bige Örer yüksek lisansını Fransa’da Toulouse Üniversitesi’nde İletişim Yönetimi üzerine yapmış, ikinci yüksek lisansını Toulouse Mirail Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde tamamlamıştır.

10 Haziran 2008 Salı

TOKAT ÜRETİYOR, TÜRKİYE TÜKETİYOR



Türkiye’nin gıda lokomotifi; Tokat

Bereketli topraklara sahip Türkiye’de her geçen gün daha da önem kazanan tarıma dayalı sanayinin geliştirilmesi, kırsal kesimin kalkınma aracıdır. Ülke ekonomisinde önemli bir paydaya sahip olan tarımda yapılan iyileştirme ve teknolojiye uyma çabaları bunun göstergesidir. Ülkemizde son yıllarda tarıma dayalı sanayinin kat ettiği yol, teknolojik gelişmeler, teşvikler, projelere sağlanan destekler, sorunlar ve çözüm önerilerini konuşmak üzere Tokat’ta “Tarıma Dayalı Sanayi’nin Gelişimi ve Pazarlama” konulu panel düzenlendi. Tokat Valiliği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Gazi Osmanpaşa Üniversitesi’nin ortak çalışmasıyla organize edilen panele Tokat Valisi Dr. Recai Akyel, İl Tarım Müdürü Ünal Koçak, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr Kadir Saltalı, UyumSoft Bilgi Sistemleri ve Teknolojileri AŞ Genel Müdürü Mehmet Önder ve çok sayıda ulusal ve yerel medyadan isimler katıldı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreteri Celal Toprak’ın başkanlık yaptığı panelde Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Esengün, Tarım Araştırmalar Genel Müdür Yardımcısı Dr. Ahmet Yücer, Teşkilatlandırma ve Destekleme Genel Müdürlüğü Kırsal Kalkınma Daire Başkanı Fikri Kaya ve İl Tarım Müdürlüğü’nden Muzaffer İdi konuşmacı olarak bulundu.



Tokat Valisi Dr. Recai Akyel, “Tokat Türkiye’nin Tarım ve Hayvancılıkta Gıda Deposudur”

Tokat’ın tarım ve hayvancılıkta, Türkiye’nin gıda deposu olduğunu ifade eden Tokat Valisi Dr. Recai Akyel, “Kelkit Havzası’nın bereketli toprakları üzerinde yer alan, verimli toprakları, düz ve geniş ovaları bulunan, bol suyu olan Tokat’ımız, tarım ve hayvancılıkta, ülkemizin gıda deposudur” dedi.
Yaş sebze ve meyve bakımından çok zengin olan Tokat’ın, süt ürünleri ve hayvancılık konusunda büyük imkanlara sahip olduğunu anlatan Tokat Valisi Dr. Recai Akyel, aynı zamanda kentin doğal taş ve mermer rezervlerinin yanı sıra, sağlık, kültür ve doğa turizminde çok büyük potansiyele sahip olduğunu söyledi.

‘TOKAT KALKINMA MODELİ’

Tokat’ın sahip olduğu zenginlikler üzerine, ‘Tokat Kalkınma Modeli’ni oluşturduklarını kaydeden Tokat Valisi Dr. Recai Akyel, “Tokat’ın sahip olduğu zenginlikler üzerine, kalkınma modeli oluşturuyoruz. Tokat, tarım ve hayvancılık bakımından çok büyük potansiyeli olan bir ilimizdir. Bilhassa, yaş sebze ve meyve bakımından çok zengindir. Hayvancılık bakımından büyük imkanlara sahiptir.



Hayvancılıkta, sütün miktarını ve kalitesini arttırma konusunda çalışma yapıyoruz. Aynı zamanda Tokat’ımız, toprak, doğal taş ve mermer rezervi açısından çok zengindir. Zile, Turhal ve Erbağ’da çok sayıda kiremit ve tuğla fabrikası vardır. Tuğla ve kiremit sanayi, Tokat’ta çok gelişmiştir. Mermer konusunda ise, birçok ülkeye ihracatımız mevcuttur. Afyon, İzmir ve Antalya’dan sonra Anadolu’nun 4’ncü büyük mermer fuarı, Tokat’ımızdadır. Kentimiz, tarihi- kültürel ve doğal güzellikleri açısından büyük potansiyele sahiptir. Dünyaca meşhur Ballıca Mağarası, Kaz Gölü, Zinav Gölü, Almus Gölü, Topçam Yaylası, Semene Yaylası, Kelkit Irmağı, Yeşilırmak gibi doğal güzelliklerimiz ve kültürel mirasımız vardır. Bilhassa, Hitit, Roma, Bizans dönemleri ile Osmanlı, Selçuklu ve Türk Beylikleri dönemlerine ait, kamusal camiler, köprüler, hanlar, kervansaraylar, hamamlar mevcuttur. Diğer taraftan, bir üniversite kenti olmayı planlıyoruz. Kısaca, Tokat’ı tüm yönleriyle markalaştırırken, Tokat’ımızın; rahat, yaşanabilir, düzenli ve kalkınmış bir kent olmasını hedefliyoruz” diye konuştu.




TOKAT’TA TARIMA VE HAYVANCILIĞA DAYALI SANAYİ KURMA HEDEFİ


Tokat’ta, tarıma ve hayvancılığa dayalı sanayi kurmayı hedeflediklerini anlatan Dr. Recai Akyel, “Sadece üretmek yeterli olmuyor. Satılabilecek ürün haline getirip, pazarlamak da çok önemli. Tarlada, bağda, bahçede üretilen tarımsal ve hayvansal ürünlerin, işlendiği, paketlendiği ve pazarlandığı büyük bir sanayi kurmaya çalışıyoruz. Tokat’ın merkezinde 2 tane olmak üzere, Zile, Turhal, Erbağ ve Niksar’da organize sanayi bölgelerimiz ve küçük sanayi sitelerimiz var. Tarıma yönelik sebze ve meyve üretiminde çok başarılıyız. Kentimize, bir yaş sebze ve meyve toptancısı geldiğinde; domatesten salatalığa, kirazdan şeftaliye kadar birçok ürünü alabileceği zengin bir ürün çeşidine sahibiz. Tokat’ımız, Türkiye’nin çok önemli bir gıda merkezidir. Biz, ‘Tokat Üretiyor’ projesiyle, vatandaşlarımızı daha fazla üretmeye sevk ediyoruz ve her türlü desteği veriyoruz. Üretimin yanında, bu ürünlerin paketlenmesi ve pazarlanması için çalışma yapıyoruz. Paketleme, ambalajlama, pazarlama, lojistik gibi konularda yatırım yapmak isteyen birçok firma bulunuyor. Kendilerine yatırım konusunda kolaylıklar sağlayıp, altyapıyı oluşturuyoruz. Yaş sebze ve meyvenin paketlenmesi, kurutulması veya ezmesi konusunda çok sayıda tesis, proje ve teşvik-kredi aşamasındadır. Son yıllarda tarım ve hayvancılığa yönelik yatırımlarda çok ciddi bir artış gözleniyor. Yerli ve yabancı işadamları, yönünü Tokat’a çevirdi. Tokat’a 3 yıl içinde yatırım yapmayan geç kalacak” şeklinde konuştu.

EN FAZLA İSTİHDAM TARIMA DAYALI SANAYİDE

Panelin açılış konuşmasını yapan İl Tarım Müdürü Ünal Koçak ise, Tokat’ın mevcut potansiyeli hakkında geniş bir bilgi verdi.


Panelde ilk sunumu yapan Prof. Dr. Kemal Esengün, Tokat’taki gıda sanayi işletmelerinin yapısal durumu ve çevreye yönelik davranışları hakkında bilgi verdi. Esengün, “Gıda sanayi işletmelerindeki çalışan durumuna baktığımız zaman, meyve ve sebze işleme sanayi işletmelerinin en fazla, süt ve süt ürünleri işletmelerinin ise en az istihdam sağlayan işletmeler olduğunu görüyoruz.” dedi. Gıda sanayi işletmelerinin çevreye olan duyarsızlıklarını dikle getiren Esengün, “İşletmenin diğer işletmelerden daha az çevreye zarar verdiğini göstererek etikete bu bölgede yalnızca ulusal ölçekte dağıtım yapan bir işletme sahiptir” şeklinde konuştu.


“ÜRETİN, DESTEKLEYELİM”

Esengün’den sonra söz alan Teşkilatlandırma ve Destekleme Genel Müdürlüğü Kırsal Kalkınma Daire Başkanı Fikri Kaya, Tokat’taki Kırsal Kalkınma Programı’ndan bahsetti. Türkiye’nin 16 ilinde kırsal alanda yatırım yapacak yatırımcılara Dünya Bankası tarafından destek sağlanacak olan Kırsal Kalkınma Yatırımcıları Destekleme Projesi (KKYDP) ve Köy Bazlı Katılımcı Yatırımları Projesi’ni (KBKYP)anlatan Kaya, projelerin amaçlarının kırsal alanda tarıma dayalı sanayinin gelişimine destek vermek ve altyapıyı iyileştirmek olduğunu belirtti. Ekonomik yatırım konuları ve basınçlı sulama sistemleri yatırımları olarak iki ana başlıkta belirlenen yatırımlar bireyler, şirketler ve tarımsal amaçlı kooperatif ve birlikler, köylere hizmet götürme birlikleri ve sulama kooperatifleri başvurabiliyor.



Yapılan başvurular ve hibeler hakkında bilgi veren Kaya, “Ekonomik yatırımlarda yüzde 50, basınçlı sulama yatırımlarında yüzde 75 destek sağlanan bu proje, yarım kalan ya da yatırımcının gözünü korkutan projelerin bitirilmesi için çok önemli bir adım. 2005-2007 yılları arasında toplam 5699 proje başvurmuş, bunların 4761 tanesi kabul edilmiş ve toplamda 385.910 YTL hibe yapılmıştır. Yapılan hibelerin sektörlere göre dağılımı yapıldığında yüzde 14’ü tarımsal ürünler depolanması ile ilgili projelere yapılmıştır. Kırsal Kalkınma Ödemeleri olarak baktığımızda ise 2006-2008 yılları arasında KKYDP ve KBKYP’de toplam 136.342.049 ödeme yapılmıştır. Tokat ilinde bu kapsamda toplam 90 proje vardır, 47 tanesi bitmiş, 28 tanesi hala devam etmektedir. Ödenen hibe tutarı ise 2.902.794 YTL’dir. Tokat hibe desteklerinden yararlanması uygun bulunan illerin başında gelmesine rağmen, yararlanma aşamasında 4. sıraya gerilemiştir. Bu, yeterli sayıda proje başvurusunun olmamasından kaynaklanmıştır. Bu tarz projeler ülkemiz kalkınmasında önemlidir ve tarıma dayalı sanayide önemli aşamalar kaydedilmesini sağlayacaktır.” dedi.

“ÜRETTİĞİNİZE SAHİP ÇIKIN”

Taze Meyve ve Sebze İhracatında Fırsatlar konulu bir sunum yapan Tarım Araştırmaları Genel Müdür Yardımcısı Dr. Ahmet Yücer, taze meyve ve sebze ihracatında standartların çok gerisinde olduğumuzu belirtti.
Yücer, “Yılda 42 milyon ton üretim ile Çin, Hindistan ve ABD’den sonra 4. sıradayız ancak ürettiklerimizin yalnızca yüzde 3’ünü ihraç ediyoruz. İhracatı yükseltebilmek ve yılda 2,5 milyon ton ithalatı olan AB pazarında kabul görebilmek için bazı kıstaslara uymamız gereklidir. Bunun için benimseyeceğimiz prensip, üretim tekdüze, hasat hırpalamadan, depolama çürütmeden, boylama karıştırmadan, ambalaj yatak konforunda, nakliye gecikmeden, tüketiciye sunum al beni dedirtecek standartlarda olmalıdır.” dedi. Ülkemizde üretilen bir golden elmanın, kasalara koyulup tırla Almanya Münih Hali’ne gidene kadarki yolculuğunu fotoğraflarla anlatan Yücer, özensiz ambalajlamanın Türkiye’den gelen elmayı Avrupa’nın diğer ülkelerinden gelen meyvelerinin yanında 2. ya da 3. sınıf meyve statüsüne düşürdüğünü belirtti. İnsanların artık standart boylarda, sağlıklı ambalajlanmış ve sağlık enstitülerinin belirlediği kıstaslarda meyve ve sebze görmek istediğini belirten Yücer, Türkiye’nin kendini bu konuda toplaması gerektiğinin önemini vurguladı.



Yücer, “İhracatımızı ve kalite standardımızı yükseltebilmek için, üretimde birkaç çeşit yerine tek çeşit tercih edilmeli, çeşit konusunda ihracatçının görüşü alınmalı, çeşidin önceki yıllardaki performansı dikkate alınmalı, sertifikalı fide kullanılmalı, yetiştiriciliğin gerektiği şartlar sağlanmalı, kullanılan ilaçlar kayıt altına alınmalı. Eğer bunlara dikkat edersek kısa zamanda kalitenin arttığına hep birlikte şahit olacağız” şeklinde konuştu.

TÜRKİYE’NİN TÜM İHTİYACI TOKAT’TA

Türkiye’nin ihtiyacı olan narenciye dışındaki tüm tarımsal ürünlerin Tokat’ın verimli ovalarında üretilebildiğini belirten Tarım İl Müdürlüğü’nden Muzaffer İdi, Tokat sınırları içerinde hala daha tarıma elverişli 54 bin hektarlık arazi olduğunu belirten İdi, Tokat’ın tarıma dayalı sanayi için biçilmiş kaftan olduğu ifade etti.
İdi, “İlimiz tarım arazileri açısından zengin ve bereketlidir. Ülkemizin birçok tarımsal ürün ihtiyacı buradan karşılanmaktadır. Özellikle öne çıkan ürünler, kuru soğan, barbunya, bakla, domates, vişne, taze fasulye, ceviz, kirazdır. İlimize özgü madımak konservesi, ahududu ezmesi, alıç ezmesi, böğürtlen ezmesi, kuşburnu ezmesi, kızılcık ezmesi ve mahlep püresidir. Aynı zamanda Tokat yaprağı da ülkemizde önemli bir yer edinmiştir.” dedi.

TOKAT VE ÇEVRESİNDEKİ İLLER, KARADENİZ’İN ÇUKUROVASI’DIR

Tokat ve çevresindeki illerin, Karadeniz’in Çukurovası olduğunu kaydeden UyumSoft Bilgi Sistemleri ve Teknolojileri AŞ Genel Müdürü Mehmet Önder, “Tokat, Sivas, Gümüşhane ve Giresun illerimizi kapsayan Kelkit Havzası, dünyada tarıma en uygun, bozulmamış ender havzalardan biridir. Bizler, üzüm yaprağı, madımak, kuşburnu, pekmez çeşitleri, domates, ceviz gibi ürünlerimizi markalar haline dönüştürüp, yurtiçi pazarının yanı sıra, yurtdışına daha yoğun ihraç edebiliriz. Süt ve süt ürünleri ile hayvancılık konusunda yeni yatırımlar yaparak, bölgemizin ve ülkemizin ihtiyacını karşılayabiliriz. Tokat ve çevresindeki illerimizde, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesiyle, ‘2’nci bir GAP Projesi’ni hayata geçirebiliriz. Tokat ve çevresindeki iller, Karadeniz’in Çukurovası’dır” dedi.

Ballıca mağarası, tarihi ve kültürel zenginlikleri, termal tesisleriyle bir turizm kenti olan Tokat’ın, mermer gibi yeraltı zenginliklerine de sahip olduğunu anlatan Mehmet Önder, bu potansiyellerin hayata geçirilmesinde, yatırım yapacak işletmelerin önünün açılmasının önemli olduğunu söyledi.
İşadamlarına tavsiyede bulunan Mehmet Önder, “Artan maliyetler ve azalan karlar karşısında, ayakta kalabilmek için işletmeler arasında, ‘işbirliği yapma kültürü’ başlamalıdır. Satış, satın alma, dağıtım, pazarlama gibi süreçlerde, işbirliği yapan işletmeler, maliyetlerini düşüreceğinden, daha rekabetçi olacaktır. İşletmeler olarak, dünya ile rekabet edip, ayakta kalmayı istiyorsak, bunu tek başımıza, başarmamız mümkün değildir” diye konuştu.