11 Aralık 2009 Cuma

Oğuz Atay’dan BABAMA MEKTUP








oğuz atay' ın korkuyu beklerken kitabında yer alan bir öykü. biraz uzun görünebilir ama okumaktan çekinmeyin.


sevgili babacığım,

belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.

sana bazı şeyleri anlatamadım. bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “ne güzel” diyorlar, “bunu bir yerde kullansana.” onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş.

ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. bana kızınca –bu çok sık olurdu- “senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. bu sözü kullanırken aslında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. seni gülünç duruma düşürmek istediğimi sanıyorlar. herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum.

şimdiki gençler başka türlü babacığım; her sözden tek anlam çıkarıyorlar. ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeğe çalışıyorum. aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. ülkenin en zengin adamı senin paltonu tutarken ya da, “rica ederim cemil bey, müsaade buyurun.” diyerek ‘bizzat kendisi paltoyu giydirmekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten sonra, insan o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta anlamaları neye yarar? ya da meclise ilk girdiğin sıralarda, başkandan birkaç gün için izin istemeye gittiğin zaman, “cemil bey siz galiba yenisiniz.” diyen başkanın karşısında senin gibi utanmadıktan sonra insanın böyle küçük ayrıntıları öğrenmesinin ne anlamı var? “istediğiniz zaman izin yapabilirsiniz cemil bey, bana gelmenize lüzum yok,” sözünü duyunca kim senin gibi ferahlayabilir?

bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım: mesela, cenaze törenin nasıl oldu? cenaze namazın nasıl kılındı? genellikle bir aksilik olmadı babacığım. ben ağladım. okulda o günlerde ‘hatırı sayılır’ bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. hayatın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. tabut çukura konulduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. (bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.) seni, annemin yattığı mezarlığa gömmedik. bazı yakınlarım öyle uygun gördüler.

insanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar. benim üzüntümden yararlanarak seni mezarda annemden ayıran yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. oysa bana, “annen böyle isterdi,” dedi. sen bu adamı sevmezdin ve nedense ona yakınlık gösterdin. bu nedenle hiç hakkı olmadığı halde sana ‘babacığım’ derdi. artık ben akraba olmayanların birbirlerine ‘anneciğim, teyzeciğim, oğlum, kardeşim’ diye seslenmelerine bütünüyle karşıyım babacığım. artık gerçek bir akrabam kalmadığı için, bütün bu soğukluklara karşıyım. herkes birbirine adıyla hitap etsin. mantığı seven bir insan olarak senin de bu düşünceye karşı pek bir diyeceğin yoktur sanıyorum.

sen öldüğünden beri gittikçe daha ‘muhafazakar’ oluyorum babacığım. mesela, allah kimseyi genç yaşta anasız, babasız bırakmasın filan diyorum. sana oranla daha ‘münevver bir zat’ sayıldığım ya da kendimi öyle sandığım için, bu yargıya bir ‘filan’ sözünü eklemeyi de ihmal etmiyorum. aramızda ‘irfan’ bakımından –görünüşte- bir fark olduğu doğrudur. sen böyle görünüm inceliklerini akıl edemeyecek kadar saf olduğun, yani benim gibi ‘zıt kuvvetlerin muhasalası’ olmadığın için belki de bu yazdıklarımı biraz karışık buluyorsun. aslında karışıklık içimdedir ve bu mektubu yazma isteğim, karışık ruhumun kapıldığı samimiyet buhranlarından biridir. bu buhran, genellikle senin ölümünden sonra içimde daha kuvvetle hissettiğim cemil beyi yaşatma çabasıyla ilgilidir. içimde benden ayrı olduğunu sandığım bir de cemil beyin bulunmasına sen ‘tezyid-i şahsiyet’ mi yoksa ‘taksim-i şahsiyet’ mi dersin pek bilemiyorum.

benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum ne de arabama. uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz. (annem duymasın.) bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve karanlık meyhanenin birine giriyorum. senin deyiminle ‘tedrici intihar’. bununla birlikte, bazı yazı denemeleri –bu mektup gibi- yaptığım için, arkadaşlar arasında –bu içki ve perişanlık gibi bütün tutarsızlıklarıma rağmen- oldukça ilgiyle karşılandığım söylenebilir. sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum.

galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik. aslında yazdıklarım senin deyiminle ‘uydurma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladığın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. ayrıca gerçek ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta anlayıp anlamadığını da bilemiyorum.

işte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum. bu yüzden sana gerçeklerden, senin de karşı çıkmayacağın gerçeklerden söz etmek istiyorum. bugünlerde özellikle ansiklopedik gerçeklerin çok tutulması ve ilgi duyduğum, sevdiğim kimselerin gittikçe unutulması yüzünden, baştan aşağı gerçeklerle dolu ve birçoklarına göre önemsiz sayılacak hayat hikayelerinden meydana gelen bir ansiklopedi yazmak istiyorum. buna benzer denemelerim oldu. ama onlarda senin deyiminle gerçekten ‘uydurma’ şeylerdi. bu nedenle babacığım, herkese açıkça ilan ediyorum: 1892 de doğdun. ülkemizin ortalama ömür sınırını çok aştın. duyduğuma göre isveç ortalamasını filan bulmuşsun. köyde, kasabada, taşrada yetiştin. olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilerek onların arasında yer aldın. ‘fırka katib-i umumiyesi’nin ya da daha başka ‘ekabir’in gözüne girmek için kürsülerde bağırmak gibi bir münasebetsizliği beceremediğinden, bugün benim özel ansiklopedimin dışında yer alacağını hiç sanmıyorum.

sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. ayrıca insanın evrendeki yeri konusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. fakat –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle ‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan numan beyin deyimiyle ‘güreş, güreş, hacı muhammed altta’ bir durumdayım. ‘tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. görüyorsun senin hayat hikayeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum. senin asaletini tevarüs etmediğim için her fırsatta kendimi ileri sürmek gibi bir zillete tenezzül ediyorum.

neyse, sana dönelim babacığım. hiçbir savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık göstermedin. bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden yararlanmadığın gibi han-hamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üstüne de oturmadın. siyasetin içinde yaşadığın halde siyaseti bilmediğin için barış döneminde de başarılı olamadın. bu bakımdan sana yöneltebileceğim en kuvvetli tenkit şudur; kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım. hemşerilerinin büyük şehirde kaldıkları hanları ziyaret ederek onlara kartvizitlerini dağıtmadın, dairelerde seçmenlerinin işlerini takip etmedin. bütün yaptığın, seçim bölgene gittiğin zaman eğer ramazansa sokakta sigara içmemekten ibaret kalmıştır. kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. bu özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun. çocuk diyorum, çünkü kötü huylarından bir ‘menfaat temini cihetine’ gitmedin. bana sorarsan, hemen bütün konularda çocukça yani samimi fikirler ileri sürdün; bununla birlikte bu davranışlarının ev içinde ‘menfi neticeler tevlid ettiği’ oldu. ben bu sonuçlardan çok yakındım ve ‘asi evlad durumuna müncer oldum’.

birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. sen klasik türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. kültür hakkında öteki yargıları da pek iç açıcı değildi. özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın. (bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim.) dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. biz –annemle ben- sana itiraz ederdik; fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflamalarını benimsemişim babacığım. üstelik –en kötüsü de bu galiba benim için- böyle olduğumdan gizlice memnunluk duyar gibiyim ki, işte asıl buna dayanamıyorum; çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim.

özellikle bazı kitapları okuduktan sonra, içimdeki bu aşağılık çelişkilerin daha da farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir biçimde sabit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. sinemaya gitmedin. hiç roman okumadın. zeytinyağlı enginar yemedin. yabancı ülke özlemi çekmedin. kimseye hediye almadın. evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. yalnız halk türkülerini sevdin. basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. bir örnek vermek gerekirse

çalkan karadeniz çalkan
gemiler açıyor yelken

gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanısıra

yekte yavrum yekte
pastırmalar yükte

türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. ben sonradan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kullandığım gibi filan.

şimdi artık öldün babacığım. sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. sabit nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor bana. senin anlayacağın babacığım, züppe olarak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çalışmaları içindeyim sanki. senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum.

bugün, genellikle seni benden başka hatırlayan yok babacığım. öldüğün için durumu bilmiyorsun; ama, sana açıkça belirtmek zorundayım ki, çevrendeki kuru kalabalığın büyük bir kısmı daha şimdiden tarihe geçmiş vaziyette babacığım. okuma kitaplarında senin gibilerin davranışları örnek gösterilmekle birlikte onların adları ve ikimizin de çok iyi bildiği küçük ve karanlık yaşantıları yer alıyor. sen artık öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme makaleler, hayal ürünü tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak istiyorum. çünkü hepinizi tanıyan –gerçekten tanıyan- on kişiden dokuzunun, bir seçim yapmak gerekirse, oylarını sana vereceğini ismim gibi biliyorum. göreceksin babacığım, şu tek başıma yazacağım ansiklopediye bir başlayabilsem her şey düzelecek. kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede şundan bundan –yani yabancı yazarlardan- makaslama metoduyla birkaç eser veremez miydin yani? tercümeleri ben yapardım. annem de sana okurdu. (hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlardın. senin dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.)

aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. bu yüzden, bir çok olayın nedenini zamanında öğrenemediğim için, dünyanın birçok yönünü hiç bilemedim. bazı olayların nedenini de çok sonraları öğrenebildim. mesela yemekten kalkınca herkesten önce ellerini yıkamak isterdin; banyoda, “ben sigara içeceğim,” diyerek beni iterdin. ben de senin gibi sigara içmeye başlayıncaya kadar, bu davranışın bana hep esrarlı göründü. sonra karşılıklı sigara içmeye başladık. sonra günün birinde karşısında, ‘bacak bacak üstüne atıp sigara içen’ oğlunu azarladın. davranışlarında genellikle hep böyle geç kalırdın. karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da, “geceleri eve geç geliyorsun,” gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni tedirgin ederdin. oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmıştım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumundaydım. sen de yıllarca önce bazı işlerini bahane ederek büyük şehire gidip bizi günlerce yalnız bırakmaz mıydın? ben de işte öyle olmuştum babacığım: ‘istediğim gibi yaşamak’ diyebileceğimiz bir işim çıktığı için evden, kendi evimden ayrılmıştım.

ben sonra eve döneceğim babacığım. bazı durumlarda sana oranla biraz aşırı davrandım. belki de kendime bu dünyada bir yer yapabilmek için, birçok düşüncemi ‘kuvveden fiile’ çıkarmaya çalışıyorum. aslında sen böyle bir şeyi hiç düşünmedin; bununla birlikte, yeryüzünde senin kadar yer yaptığım da söylenemez. bu yüzden sinirli, sabırsız ve hırçın oldum. biliyorsun, seninle de çok çatışırdım, kapıları filan vurup giderdim. bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde “bu çocuk kitap yüzü açmıyor,” diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. bugün, belki de sen artık öldüğün için, bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan,. bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları.

senin ‘egoist’ olduğunu söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar. annem öldükten sonra bir süre sen de yalnız kalmıştın ya, bu yüzden yalnızlığı bilirsin sanıyorum. ben de yalnızlığımda sana benzedim babacığım: kendime yemekler pişiriyorum; senin kirli ropdöşambrına benzeyen bir şeyler giyip, bir karış sakalla evin içinde huzursuz dolaşıp duruyorum, yanık kalmış elektrikleri söndürüyorum, durmadan para hesabı yapıyorum, kendimi biraz iyi hissettiğim günlerde çarşı pazar dolaşarak her malın iyisini almaya çalışıyorum. gittikçe sana benziyorum babacığım: kimseleri beğenmez oldum. aynaya pek bakmıyorum ama sevmediğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum.

istiyorum ki babacığım artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. senin başına gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum; çünkü, sözlerime ‘muhatap’ olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek durumda değilim galiba babacığım. genellikle belirsiz bir isyan halindeyim. derler ki sen de çocukluğunda eve dönünce anneni bulamazsan hemen sokağa fırlar ve onun misafirliğe gittiği evin camını taşlarmışsın. ben senin gibi köyde değil şehirde, evde değil apartmanda büyüdüğüm için, çocukluğumu bir bakıma yaşayamadığım için, bu konuda biraz gecikmiş de olsam yalnız bırakıldığımı hissettiğim zaman kendi çapımda mesele çıkarıyorum, herkesin burnundan getirdiğimi sanıyorum.

oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. seni sen olarak yaşamak istiyorum. istiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek. “burada gene bir şeyler kaynıyor muazzez,” diye içeri seslenebileyim ve bana “kaynadığını görüyorsan altını kıs cemil bey,” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım. belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. sanki osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yanyana düşünemiyorum doğrusu. aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz.

acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? hepsini ‘deli saçması’ mı bulurdun? sizin zamanınızda herhalde böyle zorluklar yoktu babacığım; yemek ve bilmece çözmek ve benim zorumla radyo radyodan dinlediğin alafranga müzik ve sineklerin camı kirletmesi ve gazetede sağlıkla ilgili makale hakkındaki düşüncelerin ve aylık bütçe hesapların ve yarın pişirilecek aşureye neler katılması gerektiği ve benzeri ve ilgisiz bütün düşüncelerinin ‘bilinç akımı’ denilen karmaşık bir düzende yer aldığını bilseydin sanırım yemekten sonra o yüksek koltuğunda rahatça uyuklayamazdın. maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanunlarının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin?

aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) bir yerde okumuş olsaydın da bana “oğlum sende oedipus kompleksi var mı?” diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum. hani ben sana kızınca ya da belirsiz nedenlerle içimde tanımlayamadığım sıkıntılar duyunca gidip sabahlara kadar içerdim ya, şimdi öyle yapmıyorlar babacığım. bu senin duymadığın bilinçaltıyla ilgili doktorlara gidiyorlar. bense aslında sana benziyorum babacığım; artık içki de iyi gelmediği için böyle durumlarda koltuklara baykuş gibi tünüyorum.

demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: medeniyeti sevmiyorum. bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. balığa çıkmak bize göre değil babacığım. ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki de bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.)

sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir baş kaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, “işte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücu ediyorum’ (yani cemil beye dönüyorum”, diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. sen bunu ziya paşanın ya da mehmet akif’in tepkilerine benzetebilirsin. annem duysaydı çok ağlardı. sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak ‘tavsif’ etmezdin. gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. lukianos’u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, “bu oğlan onun için allaha inanmıyor, bana karşı geliyor,” diye pek gerçekçi sayamadığım bir yorumda bulunmuştun. sen de allaha –bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde son yıllarında inanmıştın babacığım. son yıllarında cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeğe başlamıştın. acaba daha önce, mesela gençliğinde, buna benzer bir ‘iman buhranı’ geçirmiş miydin? neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. her zaman ‘namazında niyazında’ olduğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın.

benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlık ilgisi yok. yani artık haddimi biliyorum, önünde ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi?

hani bir zamanlar bazı kitaplar okuyordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla bağırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. işte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman –sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?

mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.

oğlun.

30 Ağustos 2009 Pazar

Tülin ÖZTUNÇ'tan

ÖLÇÜ
Sevdiğin müddetçe
ve sevebildiğin kadar,
Sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe
ve verebildiğin kadar gençsin.



Nazım Hikmet
YÜREĞİM SİZİ ÇOK SEVDİ.
Sevmek var, sevmek var...
Sevilmek var, sevilmek var...
Değerini bilmek var, değerini bilmek var...
Aralarında çook fark var...




Karşılıklı dairelerde uzun yıllar unutulmaz güzellikte komşuluk yaptığımız altı çocuk annesi çok hoş çok alımlı komşumuzdu Müjgan teyze.Beş çayı için hazırladğı lokmaların kokusu mutfak penceresinden aydınlık boşluğuna yayılırken, masmavi gözlerinin üstüne inen sarı perçemlerini zarif el hareketiyle geriye iter, "Müzik ruhun gıdasıdır" diyerek güzel sesiyle usulüne uygun söylediği şarkılarla ruhumuzu şenlendirirdi. Sırası geldiğinde anneleri: altın- gümüş- bakır diyerek kategorilere ayırdığını, "annelerin de hepsi bir değildir" sözlerini; Bir gözün diğerine pek dostça bakmadığı.Samimiyetsizliğin bencilliğin vefasızlığın doğal sayıldığı. Diyalogun empatinin insan ilişkilerindeki öneminin göz ardı edildiği şu zamanlarda daha çok hatırlar oldum. Moda'daki Bahçe&Bahçe Kültür Evi'nde tanımıştım, bu övgülere sığdıramayacağım genç insanı. Grup halinde gittiğimiz tiyatro dönüşü, tiyatro sevgisinin - bilgisinin yoğunluğunu anladığımda yaptım teklifimi "reddetmemesi" koşuluyla.Beykoz sırtlarındaki Ğöğüs Hastalıkları Hastanesi' nde yatan çocuklar için bir oyun sergilememi istemişlerdi benden. Cilavuz Köy Enstitüsü Neferlerinden can öğretmenim Cemal Durgun'un aracılığıyla.Gönüllü oyuncu bulmak çok zorlaşmıştı. Hele gençler...Öncelikle alacakları ücreti soruyorlardı. Bu konuda kızımın yaşından öte gösterdiği sabrı ve özveriyi düşündükçe...Yüreğimin hüzünle yıkanmasını engelleyemiyorum hala. Dağ-bayır demeden gelmişti benimle. Hatta dersten alıp götürmüştüm kaç kez oyunlara. Bu genç de coşkuyla kabullenmişti oyunda rol almayı. Zayıf sınırlı bütçemle düştük yollara bir kez daha.İ.T.Ü. Elektronik bölümünü yeni bitirmişti. Başta şiir olmak üzere pek çok sanat kollarına ilgi duyuyordu. Master için gittiği İngiltere'den sayısız deneyim ve gözlemlerle döndü yurda. İyi bir işi oldu. İşyeri İtalya'ya gönderdi bir süreliğine.Geldiğinde siz ,"karşısında konuşmanın" kolay olmadığını düşünürken o, insan olmanın göstergerelerinden biri olan olan "mütefazılığın" çıtasını en alt düzeyde korumasını bilmişti.Ardından Romanya'ya gitti. Kısa sürede oranın dilini öğrenmekle kalmamış, klasik kitapları başka dillere çevirerek oradakileri bile hayrete düşürmüştü.Çeşitli oyunlarda rol almış ödüllere layık görülmüştü. Gerek röportajlarında gerekse çeşitli ortamlarda ilk "sahne tozunu" birlikte oynadığımız "çocuk oyununda" yuttuğunu gururla dile getirmişti olanca vefasıyla.Her fırsatta zarif armağanlarla kapımı çalar, doyumsuz dohbetlere dalardık. Roman'ya dönüşü, farklı ülkelerden insan portrelerini...Gezip gördüğü mekanları...Yaşadığı hoş ilginç ve duygusal anılarını öylesine içten ve nefis bir anlatımla benimle paylaştı ki, ben de kendimi o muhteşem atmosferin içinde buluverdim baştan sona. Erkut'cuğum, seni ben dünyaya getirmiş olsaydım bilmem ki bu kadar çok severmiydim...Tıpkı; Kadıköy Anadolu Lisesi'nin son iki yılını bizimle birlikte yaşayarak tamamlayan ve bana manevi evlat, kızıma kardeş olan, çok istediği İ.T.Ü.nin Elektrik bölümünü kazanıp başarıyla tamamlayan ve şimdilerde İtalya Milano Üniversitesi'nde yüksek lisansını sürdüren. "Evimin baş köşesi daima size ait olacaktır" diyerek başıma "manevi anneliğin" tacını takan soylu meleğim Gökhan'cığım ve: "Gökhan bu günlerini size borçlu" derken, gülen gözleri her defasında dolu-dolu olan benim "uğur böceğim" dediğim annesi Şükran Hanım ve ailesiyle bir bütün oluşumuz gibi...O Erkut'cuğum da, bana hiç alışık olmadığım bir sürpriz yaptı. Tıpkı yılar önce benim ona itiraz hakkı vermediğim gibi o da bana vermedi. Annesi Sevil Hanımla birlikte bizi Erdek'e yaz tatiline yolladı.Kendisi Hırvatistan yollarına düşerken...




Her birimiz kendi "yaşam maratonumuzu" farklı biçimlerde koşuyor olsak da...Bir an soluklanıp arkamıza baktığımızda...Yaşanmamış sevgilerin...Yarım kalan, söylenmemiş sözlerin...Paylaşılmamış nice güzelliklerin...Zamana yenik düştüğünü görürüz şaşkınlıkla.Ne zamanı geri döndürmenin ne yitirilenleri yerine koymanın mümkün olmadığnı görürüz çoğu kez...O insan için bu, ne büyük acı ne büyük bir kayıptırr oysa...
O küçücük yüreğinize sığdırdığınız o kocaman sevgileri...İnsani duyguları...Ömür boyu yüreğinizde taşıyacağınıza inancım tamdır çocuklarım. işte bu nedenledir ki: YÜREĞİM SİZİ ÇOK SEVDİ.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

29 Ekim 2008 Çarşamba

Cumhuriyet’i Bodrum’da yaşamak!




Aslında başlık “Cumhuriyeti Bodrum'da Coşkuyla Yaşamak” olacaktı.
Ancak içinde bulunduğumuz koşullarda istesek de bu coşkuyu hissedebilmek pek mümkün olmadığı gibi, biraz da buruk yaşıyoruz.


Cumhuriyetin temel değerlerine saldırıların arttığı ve hatta laik cumhuriyet yanlılarının bile Ergenekon davasına dahil edilmek istendiği bir ortamda Cumhuriyeti coşkuyla kutlamanın hiç de kolay olmadığını sanırım sizlerde takdir edersiniz.
Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiası ,Anayasa Mahkemesince bile tescil edilen bir siyasi partinin yönettiği bir ülkede, cumhuriyetin en temel kurumları her geçen gün biraz daha yıpratılıyorsa eğer; Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün bırakın fikirlerine, ismine bile tahammül edemeyenler ,üstelik Atatürkçülük adına anayasal kurumları birer birer ele geçiriyorlarsa, Cumhuriyeti nasıl coşkuyla kutlarız?
Toplu işkenceyi teferruat olarak kabul edenlerin demokrasi havarisi kesildiği, Cumhuriyeti kategorize etmeye çalışanların köşe başlarını tuttuğu ve sözüm ona slyasal liberalizm adına ahkam kestiği bir ortamda karışan kafalarımız, cumhuriyetin kazanımlarını koruma konusunda algılama güçlüğü çekmeye başladı.
Gerek türban, gerekse AKP kapatma davalarıyla ilgili gerekçeli kararların yeniden tartışmalara neden olduğu, Susurluk'un rövanşına dönüştürülmeye çalışılan Ergenekon davasıyla ilgili toplumun büyük bölümünün yaşanan bilgi kirliliği nedeniyle gerçekleri anlamakta zorlandığı günlerde kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyete ne yazık, istesek de coşkumuzu katamıyoruz.
Cumhuriyet' ten bu yana yaşadığımız binlerce faili meçhul cinayetlerle ilgili davalar;birer birer zaman aşımına uğratılarak, belleklerimizden silinmeye çalışılıyor. Tarihimizde birer kara leke olarak kaldığı gerçeğine rağmen inatla ve ısrarla bu karanlık olayların aydınlatılması için çaba gösteren bir avuç insanın bu onurlu mücadelesine saygı duymamak ne mümkün!
Kan lekesi kolay çıkmıyor
Geçtiğimiz günlerde tam da Ergenekon'un gölgesinde sonuçlandırılan iki önemli,tarihi dava kamuoyunun gözünden kaçırılmaya çalışılıyor. Birincisi 30 yıl öncesi yaşanan 16 Mart Beyazıt katliamı, diğeri de Hrant Dink' in ölümünden sonra yakalanan zanlılarla Türk bayrağı önünde zafer fotoğrafları çektiren emniyet ve jandarma mensuplarıyla ilgili davalar. Birincisi zaman aşımı nedeniyle kapandı, ikincisinde de tüm sanıklar beraat ettirildi.
Siz ne kadar zaman aşımına uğratıp, kapatsanız da; kamu vicdanına rağmen beraat ettirip, ortalığa salsanız da tarihe not düşülen bu olayları ve sorumlularını unutturamayacaksınız!


AYHAN ONGUN
ayhanongun@gmail.com

27 Eylül 2008 Cumartesi

Kobiler Zor Durumda!

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri



Okyanuslar ötesinden başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz dalgası ülkemizi de vurmaya başladı. Çok öncesinden başlayan psikolojik etki şu günlerde firmaları sarsmaya ve hatta bazılarını devirme aşamasına geldi.

Üretime ve ihracata dayalı bir büyüme ve kalkınma modelinin uygulanmaya konmasında ne denli geç kalındığı bu krizle birlikte daha net ortaya çıkacak.
Türkiye ekonomisinin lokomotifi durumundaki KOBİ’ lerin devlet tarafından desteklenmesi ve korunmasına yönelik yasal düzenlemeler ve iyileştirmeler henüz uygulamaya konamadan gelen bu kriz dalgası çok ciddi sıkıntılar yaratacağa benziyor.
Büyük bölümü henüz kurumsal gelişimini tamamlamamış KOBİ’ lerin ABD çıkışlı bu kriz dalgasına kendi olanaklarıyla karşı koymaları olanaklı değil. Ekonominin can damarı KOBİ’ lerin ayakta kalması, yaşatılması için mutlaka ciddi önlemlere ve desteklere gereksinim var.
Ancak görünen o ki, Sayın Başbakanımız ve hükümet yetkilileri medyayla polemik yapmak, muhalefeti susturmak için çok fazla meşguller. Onların önceliğinde bu tür konular yok.
Ekonomi ve sosyal yaşamda yaşanan sıkıntılar konusunda bunalan halkımızın önünü açması, aydınlatması gereken hükümet, karanlığa tutulması gereken feneri ne yazık denize tutuyor! İnsani yardım adı altında yapılan yolsuzluklara karşı tavır alma konusunda, ağırdan alıyor.
Göreve geldiği ilk gün “yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele edeceğiz” diyen Erdoğan’ın Başkanlığındaki bu hükümetin, özellikle de ikinci çalışma döneminde artan yolsuzluk iddiaları yanında. resmi rakamlara yansıyan yoksullukla mücadelede karnesi ne yazık, zayıflarla dolu.
Yasaklar konusuna hiç girmiyorum. Bu konuda sanki muhalefetle gizli bir ittifak içindeler ve kendileri dışındakilerin yasakları onları hiç ilgilendirmiyor.
Şu günlerde DTP ile ilgili parti kapatma davasında karar verilecek gibi görünüyor.
AKP’ ye kapatma davası açıldığında yeri göğü inletenlerin sesleri çıkmıyor. Bu konudaki çifte standart yalnız siyasilerde değil, medya da, aydınlarımız da ne yazık, yasaklar ve yasaklamalar konusunda çifte standart uyguluyorlar.
AKP’ nin kapatılması talebinin gerekçesi “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” idi. DTP’ nin kapatılması talebinin ardında yatan iddia da” teröre kaynaklık eden olayların odağı olmak”
Terörü ve teröre kaynaklık eden kuruluşları önlemek, hatta giderek tamamen yok etmek ciddi, tutarlı bir sosyo-ekonomik proğramla ve kararlı bir mücadeleyle, her zaman mümkündür. Ama laiklik karşıtı eylemleri ve destekleyen odakları belli bir süre sonra ortadan kaldırmak mümkün olamıyor.
Hele de bu odaklar devlet içinde ciddi bir örgütlenme içine girmişler ve derine sızmışlarsa, onlardan kurtulmak imkansız hale gelebiliyor.
Bu durumda laiklik karşıtı olarak başlayan ve devleti ele geçirmeye yönelik bu tür faaliyetler terör olaylarından çok daha tehlikeli olabiliyor. İşte bu şekilde yaratılan canavar, yarın kendi destekçilerini de yok edebiliyor. Asıl olan canavarı iyi tespit etmek. Yapay tehlikeler yaratarak hedef şaşırtmaya çalışanlar asıl tehlikenin temelini oluşturuyor. Mücadele, bunlara karşı verilmeli!

Üzerinden 28 yıl geçmesine karşın artçı etkileri halen dün gibi hissedilen 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmadan; Türkiye’ de ne diğer farklı görünümdeki darbelerin hesabı sorulabilir, ne de özgürlüklerin genişletilmesi konusunda bir ilerleme sağlanabilir.
Kaldı ki, mevcut siyasi partilerin öyle bir niyeti de yok.
Bugün sözü edilen canavarların yaratılması, terörün farklı boyutlarda sürekli gündemde tutularak darbelere zemin hazırlanması, böylesi ortamlardan beslenen kan emicilerin ortaya çıkarılması için mutlaka geçmişin en ince ayrıntılarıyla sorgulanmasına gerek vardır.
Aksi halde ne on binlerce faili meçhul cinayetin aydınlatılması, ne milyonları aşan işkence mağdurlarının sorumlularından hesap sorulması mümkün olamayacaktır.
Bunları yapmadan bir ülkede iç barışı sağlamak, huzur ortamını tesis etmek, yokluğu ve yoksulluğu ortadan kaldırmak olanaklı değil.
Demokrasinin tüm kurum ve kurullarıyla işler hale gelmesinin yolu geçmişteki eylemleriyle demokrasiyi kesintiye uğratanlardan hesap sorulmasından, özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesinden, yasakların kaldırılmasından geçiyor.
Tüm bunlar yapılmadan ülkede siyasi istikrarı sağlamak mümkün olmayacağı gibi, siyasette istikrarın olmadığı bir ülkede ekonominin gelişmesi ve sağlıklı bir kalkınma gerçekleştirilemez.
O zaman da kaçınılmaz olarak, küresel dış etkilerin de tetiklemesiyle ekonomi, sarsılmaya başlar. Bu durumda da ilk yıkılacak kaleler KOBİLER olacaktır.
KOBİ’ lerin bu sarsıntıdan en az zararla kurtulabilmesi, ancak devletin desteğiyle ve bu konuda alacağı ciddi tedbirler, uygulayacağı radikal kararlarla olabilir.

Yeter ki, bu tehlikenin farkına varılabilsin ve ülkeyi meşgul eden gereksiz polemiklerden hükümet, başını kaldırabilsin.
Hükümet istediği her zaman kendisine yandaş medya bulabilir, ya da bu ülke kendisine yeni hükümetlerde bulabilir ama yıkılan, yok olan KOBİLER’ in yerine yenilerini koymak o kadar kolay olmaz.
Çok sıkıntılı bir süreçten geçen Türkiye ekonomisinde yeri ve önemi tartışılamayacak denli büyük olan KOBİ’ lere sahip çıkmak bu günkü hükümetin en önemli görevidir.
Geç olmadan gerekli önlemleri almayan hükümet bu sorumluluğun yükü altında ezilir. O yüzden Sayın Başbakan’ın artık yönünü ekonomiye çevirip, hiç değilse Aydın Doğan ya da Deniz Baykal’ la ilgilendiği kadar KOBİ’ lerle de ilgilenmesi gerektiğini, birilerinin hatırlatması gerekiyor, sanırım.
Bu ülkenin ekonomisini ABD’ ye AB’ ye teslim eden, uluslar üstü finans kurumlarına teslim olan bir yönetim anlayışının KOBİ’ ler konusunda ne denli duyarlı olacağını hep birlikte göreceğiz.

ayhanongun@gmail.com

23 Eylül 2008 Salı

“HALKIN HİZMETKARI OLMAK…”

Şaban Ali YAŞAROĞLU

Türk Gençliğine Hizmet Vakfı

2. Başkanı




Çok partili hayata girişimizden bu yana, halkın hizmetine girmiş nice siyaset adamlarını gördük. İyisini de gördük, kötüsünü de görmüş olduk. Ama, bir ülkede huzur ve geleceğe güven yoksa biliniz ki, orada iyi siyaset ve devlet adamları yok demektir.

Siyasette doğru ve düzgün insanı bulmak ve seçmek kolay değildir. Çünkü bu süreçte seçmenlerin bilgi ve bilinç düzeyleri önem taşır. Hele geri kalmış ülkelerin aydın aymazları toplumları aydınlatmayı görev edinmezlerse, şarlatan siyasetçiler tarafından halk aldatılmış olur.

Bu tür şarlatan siyasetçiler, halkın gözdesi olmaya niçin can atarlar? Halkın başına geçip zorbalık ve soygun yapıp “köşeyi dönmek” için. Eğer böyle bir ülkede; gerçek aydın muhalefeti yüreğinde taşıyan, adaletsizliklere ve soygunlara karşı halkın yanında yer alan yurtsever aydınlar yoksa, o ülkeye etap etap karanlık çöküyor demektir.


Hele hele, böyle bir ülkenin seçmenleri kimselerin esiri olup, tanrının kendilerine verdiği beyinleri ile düşünmeyip sorgulamıyor, özgürce kararlarını veremiyor ve hisleriyle hareket ediyorlarsa o ülke batıyor demektir. Böyle bir ülkede demokrasiyi geliştiremez, huzur ve güveni sağlayamazsınız.

Aslında Cumhuriyetin ilanıyla yeni bir çağa girmiştik. Yeni nesili bu çağın kültürü ile yetiştirmek zorundaydık. Çünkü, ölümsüz büyük önder ATATÜRK bize; “Yeni toplum, yeni devlet ve aralıksız devrimler”i hedef göstermişti. Böylesi çağdaş bir hedefi, özellikle son elli yılda alelade politikacıların elinde hedefinden saptırdık.

Politika zor bir sanattır. Seçilirken halka verdiğiniz sözleri ve vaad ettiklerini yerine getirme sorumluluğunuz vardır. Çünkü, politikada halkın affı yoktur.

Politikaya atılan kimselerin herşeyden önce tıpkı bir oyuna girer gibi önce oyunun kurallarını öğrenmeleri gerekir. Anlatmak istediğim; politikaya atılan kimse, bakkal dükkanı açan kimse değildir. Çünkü bu hayata adımını atan her insan, artık üzerine oklar yağdırılacak bir hedef olduğunu bilmelidir.


Bu oklar genellikle muhalefetten geldiği gibi, diğer kimselerden de atılabilir. Hüner, her yönden gelenlere de hoşgörü ve dayanma gücünü gösterebilmektir. Bunu başaramayanların siyaset havuzuna girmeleri anlamsızdır. İnsan siyasete zengin olmak istediği için değil, hizmet etmek için girmelidir. Başaramayanların ise mesleklerine geri dönmeleri gerekir. İşte o vakit kimse sizinle ne uğraşır ne de rahatsız eder.

Böylesi okların hedefi olmak elbette zevkli bir iş değildir. Ama insan, siyaset hayatına zevk ve sefa için atılmaz. Çünkü siyaset dikenli bir yokuştur.
Siyasetin kurallarını bozanlar tekrar seçmenlerin karşısına çıkıp kendilerinden oy istediklerinde, onlara geldikleri yer gösterilir.

Hz. Ali’nin dediği gibi “Eğer bir ülkede yöneticiler sık sık öfkelerine hakim olamayıp, saldırgan ve kontrolsuz konuşmalar yapıyorlarsa biliniz ki, ilk yanan kendileri olacaklardır”. Demokrasi ile yönetilen ulusların tarihi bunun örnekleri ile doludur.

İktidar olmak demek, “her istediğimi istediğim gibi yaparım” demek değildir. Çünkü, demokrasi ile yönetilen çok partili düzende kuvvetler ayrımı söz konusu olmaktadır. Yasalar ve hukukun üstünlüğü vardır. Bu nedenle, kene gibi iktidara yapışmak ve iktidardan düşmemenin antidemokratik yollarının aranmasına gidilmemelidir.

İktidardakiler, kendi hatalarını kendi gözlükleriyle değil; muhalefet, sivil toplum ve aydınların gözlükleriyle görebilirler. Ancak bir ülkede kimi aydınlar siyasetle ve toplumsal sorunlarla gereği gibi ilgilenmezler ve iktidarların yalakalıklarına soyunurlarsa, işte o zaman o ülkede küçük insanların büyük gölgeleri oluşmaya başlar. Tanrı ülkemizi bu tür benzeri tehlikelerden korusun!




Demokrat bir devlet ve siyaset adamı; çevresine nokta kadar menfaat için ve virgül gibi önlerinde eğilebilen toplumun parazitlerinden uzak, gerçek yol gösterici bilimden ve en yüce servet olan ilimden yana tarafsız bir adam olmalıdır.




Söylemek istediğim; Cumhur’u temsil eden devlet adamları, tarafsızlıklarına gölge düşürmeden ulusuna gerçek demokrasiyi taşımak ve uygarlık düzeyine çıkarmak için aklın ve bilimin yolunu açan bir önder olmalıdır. Türkiye bugün böyle bir önderin özlemini çekmektedir.




Devlet ve siyaset adamları temsil ettikleri toplumun önünde koşan adamlardır. Doğal olarak önde koşan göze batacak ve taşlananda önde koşan olacaktır. Bu nedenle gerçek demokrat ve siyaset adamı eleştirilerden korkmayan ve rahatsızlık duymayan adamdır.




Ben demokratım diyen bir siyaset adamı, oy alıp iktidarını sürdürmek için seçmenlerini aldatarak tekrar seçilmeyi etik bulmaz. Çünkü, halkı kandırarak oyunu almayı halka saygısızlık sayar. Hele kamunun parası ile sadaka dağıtmak yalnız saygısızlık değil, halkı aşağılamaktır.




Halbuki halkını seven, halkının hizmetkarı olduğunu söyleyen bir siyaset adamı; halkına onurlu iş olanaklarını sağlamak, geleceği güven içinde olacak bir hayat standartına çıkarmak ve onu sadakaya mahkum olmaktan kurtarmak olmalıdır. Bu nedenle, halka saygı lafla değil, davranışlarla gösterilebilir.




Demokrasi ateşinin ve aydınlanma ışığının bütün gönüllerde ilk kez yandığı ve siyasi hayatta herkesin ilgi gösterdiği 50-60 yıl önceki yıllarımızda bu tür halka saygısızlıklar görülmez ve duyulmazdı.




Eğer, yıllar öncesinden hizmet için değil, seçilme esasına göre tezgah kuran oy avcısı, çapsız siyasiler kutsal dinimizi siyasete bulaştırmamış olsalardı, ülkemiz belki bugünlerin sıkıntılı durumlarına gelmemiş olurdu diye düşünüyorum.







Türkiye, çok partili hayata geçmesinden bu yana hitabet sanatının bütün inceliklerine vakıf ve cidden bir çok ateşli politikacıları görmüş ve dinlemiş bir ülkedir. Bu hitabet sanatının en ateşli konuşmacılarından ve en önemlilerinden biri de Millet Partisi Genel Başkanı Osman BÖLÜKBAŞI idi. 1950 yıllarında BÖLÜKBAŞI’nın Taksim Meydanı’ndaki mitingine İstiklal Caddesi’nde bulunan dükkanların sahipleri kepenklerini indirip, BÖLÜKBAŞI’nın rekor sayılan uzun konuşmasını dinlemeye koşarlardı. BÖLÜKBAŞI, güzel ve hoş konuşmalar yapar, sözlerini nüktelerle renklendirir, belgeleri konuştururdu. Çünkü, müthiş bir hafızaya sahipti. Partisine gerici yakıştırmalar yapılmasına ve kuruluş günlerinde takibata uğrayıp yargılanmasına karşın, Genel Başkan olarak seçmenlere “takkiye” yapmayıp, dini siyasete karıştırmayan ve oy avcılığı yapmayan bir devlet ve siyaset adamımızdı, rahmetli Osman BÖLÜKBAŞI. Onun siyasi tarihimize geçen “kalabalıklar bizde, oylar başkasına” sözü meşhurdur.




Siyasi ölmezliğe erişen fanilerin siyasal mücadelelerini okuduğunuzda, bu kimselerin nasıl insafsızca hücumlarla karşı karşıya kaldıklarını görürüz.




Ülkemizde de 1950-60 döneminin ana muhalefet lideri İsmet Paşa (İNÖNÜ) bu mücadelenin tipik bir örneği olarak görülür. Dönemin iktidarı tarafından neler yapılmadı, iktidarın yandaşları ve militanlarınca kendisine neler söylenmedi neler... Ancak, İNÖNÜ’nün başına gelenleri ve yapılan haksızlıkları, 1950’leri yaşamış olanlar bilir.




Kuruluşuna öncülük ve önderlik yaptığı demokratik düzenin yıkılışını gördüğünde, TBMM kürsüsüne çıktı ve iktidar grubuna hitaben; “Yanlış yoldasınız, sizi ben de kurtaramam” sözlerine devamla “Şartlar tamam olunca ihtilaller meşrudur” tarihi uyarısını dikkate almayan iktidar grubu, İsmet Paşa’yı 12 oturum meclise sokmama kararını aldı. Partisinin mallarına el konuldu. İktidarın yanlış tutumunu halka anlatması için Genel Sekreteri Kasım GÜLEK’i Karadeniz Bölgesi’ne gönderdi. GÜLEK, Sinop’ta tutuklandı ve gazetelerin sayfalarına haber olarak taşındı. Kendisi ilerleyen yaşına karşın Anadolu’ya gitmek üzere yola koyuldu. Kayseri’nin Himmet Dede İstasyon’unda iktidarın yandaşlarınca linç edilmek üzereyken bir Binbaşı tarafından saldırganlar dağıtıldı. İsmet Paşa Uşak’a geçti. Meydanda halka hitap ederken kendisine atılan taşla başından yaralandı. Ordan İzmir’e indi. Paşa’yı askerler korumaya aldı. İzmir’den İstanbul’a geldi. DP militanlarınca Topkapı’da etrafı sarıldı ve İstanbul’a sokulmamak istendi. Orada da bir subayın havaya ateş etmesiyle saldırılar önlendi. Garp Cephesi’nin Komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ikinci adamı, Lozan Kahramanı, 2. Dünya Harbi’nin top lavları ateşini dışında tutarak ülkesini büyük bir badireden kurtaran devlet adamı, demokrasinin yolunu açan önderi, Kıbrıs Çıkarması’nda ABD’nin tehtidine karşı JOHSON’a “Yeni dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” cevabıyla Türk ulusunun gurur kaynağı olmuş İsmet Paşa’sı...




Ana muhalefet partisi lideri olarak, dönemin iktidarınca kendisine, partisine ve Cumhuriyetin kazanımlarına karşı yapılan haksız uygulamalarına karşı elbetteki üzülüyordu. Genede dayanma ve tahammül gücünü göstermiş ve yapılan hücumları sabırla karşılamış ve demokrasinin gereği saymıştır.




Kendisine yapılanları içinde saklamasını bilen İsmet Paşa, devlet ve siyaset hayatında oyunun kuralları ne ise ona uymuştu. “Siyasette yaşlanma olmaz, önemli olan paslanmamaktır” sözü sanki İsmet Paşa ve onun gibi demokrasi uğruna “Fazilet Mücadelesi” vermiş olan devlet ve siyaset adamları için söylenmiştir.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Sol çıkışını arıyor!

Ayhan ONGUN
İSİDEF Genel Sekreteri


Milliyet Gazetesinde başlatılan bir tartışmayla solun yeniden örgütlenmesi ve yeni açılımlar, geniş bir alanda ve farklı perspektiflerden değerlendirilecek.
Daha tartışmanın kamuoyuna sunulduğu gün, CHP Genel Başkanı Sayın Baykal’ın bir sözü tartışmaya değişik bir boyut kazandırdı.


Tartışmanın önemli konularından biri olması beklenen” CHP’ nin soldaki yeri” Baykal’ ın bu talihsiz açıklamasıyla daha da önem kazandı.
Tartışmaya katılanların büyük bölümünde CHP’ nin artık sol bir parti olmadığı, giderek milliyetçi söylemlerle sağa kaydığı iddialarının ağır bastığı bir dönemde bu sözlerin söylenmiş olması ve böyle bir polemiğin başlaması CHP’ yi büyük ölçüde bu tartışmaların dışına iteceğe benziyor.

CHP üst yönetiminin soldan ve emekten uzaklaşan politikalar izlemesine karşın, sahip olduğu kitlesel tabanda; demokrasi, cumhuriyet, laiklik kavramlarına yürekten bağlılık ve yörüngesini emek eksenine oturtmuş, yönünü sola çevirmiş eski CHP’ ye duyulan özlem bir umut ışığıydı.

Ancak görünen o ki, CHP yönetimi, bırakın kendi dışındaki solla birlikte davranmayı, parti içerisinde böyle düşünenlere bile tahammül edemiyor.
Tarihsel köklerinden aldığı güç ve laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinden yana olan geniş halk yığınlarının desteğiyle iktidar olma yerine, asker-sivil bürokrasinin gölgesinde bir iktidar arayışını sürdüren CHP’ de, Genel Başkan ve diğer yöneticilerin yaptığı konuşmaların satır aralarında bu beklentiyi görmek mümkün.

“Paşalar hep böyle güzel konuşmalar yapıyorlar da……ama diye devam eden konuşmaya, yapılan eleştirilerin ardından Sayın Baykal ve ekibi farklı anlamlar yüklemeye çalışsa da cümlenin sonundaki da eki çok şey ifade ediyor. Burada cümleye anlam yükleyen ama sözcüğünden daha çok bu da sözcüğüdür.

Sayın Baykal bu açıklamayı Genel Kurmay Başkanının eleştirel bir açıklamasının ardından değil de bir başka toplantıda söylemiş olsaydı, sanıyorum hiç üzerinde durulmaz, belki de toplumu daha etkin ve eylemli olmaya çağıran bir açıklama diye olumlu tepkiler de alırdı.
Bu ve benzeri açıklamalar CHP kurmayları tarafından daha önceleri de yapıldığı için Sayın Baykal’ın niyeti ya da söylemek istediği ne olursa olsun, kitlelerin böyle bir anlam çıkarmasını çok doğal karşılamak gerekir.

Yerel Yönetimler seçimlerinin yaklaştığı günlerde hala siyasal duruşunu belirleyemediği, hangi seçmen tabanına yöneleceği, ne tür sosyal politikalarla halkın karşısına çıkacağı bilinmezken, bu tür polemiğe açık söylemler CHP’ yi kitlelerden daha çok uzaklaştırmaya neden oluyor.

O zaman tartışmaya açılan SOL ÇIKIŞINI ARIYOR platformunda CHP’ yi parti olarak yok saymak gerekecek.
Ancak CHP’ ye değişik nedenlerle oy veren geniş kitleyi CHP parti yönetiminden ayrı düşünmek gerek.
Bugün çok değişik platformlarda solun bu çıkışına yönelik yapılan çalışmalarda yer alan insanlar içinde de, geçmişte inanarak ya da zorunluluktan, belki de asgari demokratik sorumluluğunun gereği CHP’ ye oy vermiş çok insan var.

Geçmişte denenen ve başarısız olan kimi siyasal ittifaklar, sol güç birlikleri, birleşmeler ve yeni parti arayışlarının tümü aslında bugün yapılmak istenen çalışmalara ışık tutmalı, değerlendirilmesi ve ders alınması gerekli önemli deneyler olarak kabul edilmelidir.

Öte yandan solun AKP’ nin karşısında güçlü bir alternatif oluşturabilmesinin yolu, tüm solcuların öncelikle, geçmiş siyasal kimliklerini bir kenara koyarak, ön yargısız, koşulsuz bu platform içerisinde yer alması gerekir.
Hiç kimsenin siyasal geçmişini, tarihini reddetmesi anlamı çıkarılmamalıdır.

Özellikle de Marksist sol gelenekten gelen insanların kendisi gibi olmayanlara karşı geçmişte yaptığı küçümseyici, yok sayan ve hatta düşman gören tavrından mutlaka arınması, buna karşın sosyal demokratların da kendi dışındaki solu dıştalayan, tehlikeli sayan tavrından kurtulması, solun kurtuluşu açısından çok önemlidir.

İçinde bulunduğumuz koşullara ilişkin bilimsel analizlerle, teorik tartışmalarla geçirilecek zamanımız yok.

Halkımız; Türkiye’ nin açlık, yokluk, yoksulluk ve yolsuzluklardan kurtulması; hukukun üstün kılındığı, insan hakları ve özgürlükler temelinde bir demokratik sistemin yerleştirilmesi, geçmişte yaşanan haksız uygulamalar ve siyasal cinayetlerin hesabının sorulması, tüm insanlar için fırsat eşitliğinin sağlanması, temelinde bir anayasal düzen, barış içinde birlikte yaşayabileceğimiz bir toplumsal yapının kurulmasına yönelik bir siyasal alternatifin oluşmasını istiyor.

Bugün içinde bulunduğumuz koşullar ve yaşadığımız olaylar AKP’ ye karşı böyle bir siyasal iradenin varlığını dayatıyor.

Küresel sermayenin dünyada oluşturmak istediği yeni düzen, yaşadığımız coğrafyaya ilişkin yapılan yeni senaryolar ve bunların ülkemize yansıması ve bağlaşıkları ne olursa olsun, her şeye ve her güce rağmen Türkiye’ nin iç dinamikleri bu sorunları aşacak, ülkemizi karanlık süreçten çıkaracak güç ve deneyime sahiptir.

Yapılması gereken, iç çatışmalarımızı, komplekslerimizi ve geçmişle hesaplaşmalarımızı bir kenara koyarak, AKP den kurtulmak adına Türkiye demokrasi güçlerinin önüne güçlü bir muhalefet alternatifi koymak olmalıdır.
Aksi halde Susurluk’tan başlayıp, Ergenekon’ la devam eden bu kirli ilişkiler ağı, tüm yurdu ve geleceğimizi saracak, ülkemizi ortaçağın karanlıklarına sürükleyecektir.
İşte bu yüzdendir ki, solun kendi çıkışını araması ve mutlak yakalaması yaşamsal bir zorunluluktur.
Barış içinde, yaşanası bir dünya özlemiyle.

ayhanongun@gmail.com